İki kitapta – evren, hayat ve doğum

1

Şimdiye kadar anlatılan en büyük hikâye

Biz evrenin merkezi değiliz ama hayat öyle.

.

Marcelo Gleiser      Big Think

Şimdiye kadar anlatılan en büyük hikâye kozmik hikâyedir, bu diğerlerini de içeren hikâyedir. 13,8 milyar yıl önce, Büyük Patlama dediğimiz, zamanın başladığı olayla başlayan bu destansı anlatıyı, titiz çabamız ve merakımız sayesinde ortaya çıkardık.

İnsanlık için bir manifesto

Günlük işlerimizle meşgul olmamıza rağmen, tüm bunları düşünmeyi neredeyse hiç zaman bırakmıyoruz. Ancak bu hafta çıkacak yeni kitabımda da tartıştığım gibi, bunu yapmalıyız. Kendisinin Farkında Bir Evrenin Şafağı: İnsanlığın Geleceği İçin Bir Manifesto‘da , kozmik hikâyeyi yalnızca parçacıkların etkileşimi, galaksilerin ve yıldızların oluşması ve uzayın genişlemesine değil, aynı zamanda gezegenimizin (düşman bir Evrende ) ender bulunur bir vaha ve hayatın da değerli olduğuna dair anlayışımıza da odaklanarak yeniden anlatıyorum.

Biz evrenin merkezi değiliz ama hayat öyle. Ben bu yaklaşımı biyomerkezcilik olarak adlandırıyorum ve uygarlık projemizi sürdürmek istiyorsak insan olmanın ne anlama geldiğine dair yeni bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu gösteriyorum. Bunun alternatifi, her gün bombardımanına uğradığımız tüm distopik senaryoların bize söylediği gibi, kendi kendini yok etmek ve toplumsal çöküştür. Bir çıkış yolu var ama mitolojik boyutların değişmesi gerekiyor. Bu imkânsız değil ama çalışma gerektiriyor.

Alt başlıkta “manifesto” kelimesini bilerek kullanıyorum: Manifesto acil bir mesajdır, bir eylem çağrısıdır, değişim ve dönüşümü sağlayacak bir stratejidir. Bir devrime ihtiyacımız var. Siyasi bir amaç uğruna silahlarla savaşan bir devrime değil, biyomerkezcilik bayrağı altında kolektif geleceğimizi koruyan yeni bir zihniyetle savaşan bir devrime. Biyomerkezcilik, yaşama ev sahipliği yapan bir gezegenin kutsal olduğu ve biz insanların, dünyamızı ve üzerindeki tüm yaşamı koruma ahlaki görevini üstlenmemiz gerektiği ilkesidir. Kitap bizden kim olduğumuzu yeniden düşünmemizi istiyor ve buradaki “biz” tüm insanları kastediyor. Kitapta, eğer uygarlık projemizi ve evimiz gezegenimizi kurtarmak istiyorsak, birbirimizle ve tüm canlılarla yeni bir ilişki kurma biçimini nasıl ve neden benimsememiz gerektiğini açıklıyorum. Bu saf bir hayal değil, geleceğimiz için bir zorunluluktur.

Aşağıda kitabın bazı argümanlarını özetleyen beş nokta yer almaktadır.

1. Doğanın üstünde değiliz ama doğaya aitiz

Geçtiğimiz 10.000 yıl boyunca, yeni şeyler icat etme, metal ve taş gibi hammaddeleri ekip biçmek, inşa etmek ve savaşmak için kullandığımız aletlere dönüştürmek için inanılmaz yeteneğimizi kullandık. Sayıca büyüdük ve bulabileceğimiz her türlü doğal kaynakla beslendik; başlangıçta odun, su, kömür, daha sonra da petrol ve doğal gaz. Bu kaynakları, ormanları ve tarlaları evcilleştirmek, dev tarlalara dönüştürmek, giderek daha büyük sayılarda şehirlerde bir araya gelmek, hastalıkları iyileştirmek ve yaşam süremizi uzatmak için kullandık. Teknoloji dünyayı değiştirdi, bizi de değiştirdi ve bu değişim günümüzde de hızlanarak devam ediyor.

Tüm bu ilerlemeler bize doğayı kontrol edebileceğimiz, kurtları köpek gibi evcilleştirebileceğimiz, biz insanların doğanın üstünde olduğumuz ve hayvanlardan çok tanrılara benzediğimiz gibi yanlış bir inanç kazandırdı. Ancak bu aşırı güven ciddi bir hatadır. Bizler doğanın bir parçasıyız, ona derinden bağımlıyız ve kabul etmek isteyebileceğimizden çok daha kırılganız.

Doğayı kontrol etme gücümüz hakkında biraz daha alçakgönüllü hissetmek için küresel salgınların ve doğal afetlerin ölümcül tarihine bakmanız yeterli. Hasta bir gezegen sağlıklı yaratıkları destekleyemez. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz yiyecekler kirlenirse hayatta kalamayız. Bizler yaşamın tüm biçimleriyle birbirine bağlı olan yaşam kolektifinin bir parçasıyız. Bilim ve teknoloji bize yardım edebilir ve etmelidir de ama bizi kendimizden kurtaramazlar. Dünyayla ve birbirimizle ilişki kurmanın yeni bir yoluna ihtiyacımız var ve bu yeni yol, teknolojik çıktılardan daha fazlasını gerektiriyor. Yeni bir insanı çağırıyor.

2. Hepimiz tek bir kabileye, insanlığa ait olduğumuz için kabileciliğin ötesine geçmeliyiz

Peki, bu “yeni insan” nereden gelecek? Bizim için önemli olan her şey birbirimize anlattığımız hikâyelerden geldiğine göre, bu yeni insan, kim olduğumuza dair yeni bir hikâyeden gelmelidir. Ve şaşırtıcı bir şekilde bu hikâye bizi sadece gezegenimize ve onun üzerindeki tüm canlılara değil, tüm Evrene bağlıyor. Bizler kelimenin tam anlamıyla kozmosun yaratıklarıyız.

Ama önce kabile köklerimizi yeniden düşünmeliyiz ve siyasi ve dini farklılıklarımıza rağmen kırılgan ve nadir bir gezegende yaşayan tek bir tür olduğumuzu anlamalıyız. Biz insanların gruplara ait olmamız gerekir ve bu gruplar sıklıkla değerlerimizi tanımlar ve eylemlerimizi yönlendirir. Bu her zaman böyleydi ve sorun değil. Aidiyet bize bir haysiyet ve gaye duygusu verir.

Sorun bir grup ya da kabilenin kapılarını farklı olanlara kapatmasıyla başlıyor. Bir kabile korur ama aynı zamanda saldırır ve güç için itişip kakışır. Ailelerimizden ve topluluklarımızdan spor takımlarımıza ve kiliselerimize kadar farklı kabilelere ait olabiliriz, ancak biz her şeyden önce Dünya gezegeninde yaşayan insan kabilesiyiz. Kitabımda anlattığım yeni insan anlatısı, bizi ayıran kabile duvarlarını yıkıyor: Yaşam tarzımızı ve onu barındıran gezegeni korumak istiyorsak birlikte çalışmamız gerektiğini ortaya koyuyor. İçgüdüsel kabileciliğimizin ötesine geçmek kolay değil. Bizden farklı düşünen, bakan ve davrananlara karşı alçakgönüllülüğü ve açıklığı gerektirir. Çatışma yoluyla değil mütevazı merakla öğrenip büyüdüğümüz için, “ötekine” açık olmak yalnızca hayatta kalma deneyimimizi zenginleştirebilir. Tek bir gezegende yaşadığımıza göre, kolektif hayatta kalış için birbirimize bağımlıyız.

Küresel kovan düşünme moduna geçmeliyiz. Her şey, yaşamın Evrende nadir görülen bir olgu olduğunun ve kolektif olarak korunması gerektiğinin anlaşılmasıyla başlar.

3. Hayat Evrendeki bir anomalidir, kural değil

3,5 milyar yıl önce Dünya’da yaşamın nasıl ortaya çıktığını, başka yerlerde var olup olmadığını veya hangi biçimde var olduğunu bilmiyoruz. Ancak yıldızların yaşayıp öldükçe atomlarını uzaya yaydıklarını, yeni yıldızlar ve gezegenler haline geldiklerini ve Güneş Sistemimizde de Dünya gezegeninde yaşayan canlılar haline geldiklerini biliyoruz. Yani biz gerçekten yıldız tozundan yapılmışız. Bizler ve tüm canlılar, cansızlar ile canlıların birbiriyle bağlantılılığıyız; var olma dürtüsüyle canlanmış atomlarız.

Öğrendiğimiz şey, yaşamın Evrendeki gerçek bir anomali, kuraldan çok istisna olduğudur. Güneş Sistemindeki komşu gezegenlerimize bakın; hepsi muhteşem ve hayranlık uyandırıcı dünyalar, her biri farklı ama hepsi de çorak ve cansız dünyalar. Güneş Sistemimizin herhangi bir gezegeninde ve ayında yaşam bulma şansı yok denecek kadar azdır. Başka bir yerde yaşam olsa bile muhtemelen çok basit, amip benzeri olacaktır. Eğer dışarıda bizim gibi aletler icat edebilecek başka canlılar varsa onları görmedik ya da varlıklarına dair ikna edici bir iz bulamadık. Elbette aramaya devam etmeliyiz ama aynı zamanda kozmik yalnızlığımızla da yüzleşmeliyiz.

4. Evrenin bir tarihi var çünkü biz onu anlatmak için buradayız

Evrende yaşamın nadir olduğunu ve akıllı yaşamın daha da nadir olduğunu biliyor olmamız bizi farklı kılıyor. Hikâyeler anlatabilen bir maddeyiz. Bizler, Evrene bir anlatı ve anlam veren kozmik hikâye anlatıcılarıyız. Eğer dışarıda başka sesler varsa, onlar bizim hikâyemizi değil, farklı bir hikâye anlatacaktır. Dünyadaki yaşam benzersizdir: Başka yerde yaşam varsa, farklı olacaktır. Evrendeki tek insanlar olduğumuzu güvenle söyleyebiliriz.

Bizim sesimiz olmasaydı, Evren çağlar boyunca yaratılıp yok edilen anlamsız biçimlere dönüşürdü: ölü, sessiz, amaçsız. Biz insanlar zamanı, mekânı, aşkı, yaşamı ve ölümü biliyoruz. Varoluşu kutluyoruz ve ondan korkuyoruz. Evler, silahlar ve uzay gemileri inşa ediyoruz; görünmez tanrılara anıtlar inşa ediyoruz ve tarifsiz duygular hakkında şiirler yazıyoruz. Kökenimizi bulmak için yıldızlara bakıyoruz. Huşu ve merak konusunda gizemli bir kapasitemiz var. Biz insanlar, yaşayan gezegenimizi ve onun biyosferini yok etme veya koruma gücüne sahibiz. Ve hangi yolu tutacağımızı tercih etmenin zamanı geldi. Acilen ve özenle seçmeliyiz. Bizim sesimiz olmasaydı Evren sessiz kalırdı.

5. Biyomerkezcilik: Yaşayan her dünya kutsaldır

Her kabile bir dizi prensip etrafında birleştiğine göre, insan kabilesinin birleştirici ilkesi nedir? Biyomerkezcilik, yaşama ev sahipliği yapan her gezegenin kutsal olduğu ilkesi burada devreye giriyor. Kozmik yalnızlığımızın ve gezegenimizin ender bulunurluğunun kabulü, yeni bir kolektif bilinci uyandırmak için çalan bir uyandırma zilidir. Bunun, kabile ayrımlarının ve bağnazlığın ötesine geçerek bizi insanlığın gelişmesinde yeni bir çağa taşıyacak güce sahip, neslimizin yeni birleştirici efsanesi olduğuna inanıyorum.

Ancak bunun gerçekleşmesi için yaşamla ve var olmamızı sağlayan gezegenle olan ilişkimizi değiştirmemiz gerekiyor. Doğanın üstünde değiliz ve ona sahip değiliz. Biz onun bir parçasıyız ve varlığımız için ona bağımlıyız. Hayat enderdir. Biz enderiz. Bu gezegen ender bulunur bir şeydir. Yaşamın ve gezegenin kıymetini bilin ve Yerli kültürlerden ve onların toprakla olan kutsal bağlantılarından öğrenin. Gezegenimizi yeniden kutsallaştıralım. Bu, çağımızın ahlaki zorunluluğudur. Gelecek nesillere ve bu gezegeni paylaştığımız hayata bunu borçluyuz.

2

Sahip olduğumuz En Büyük Güç

14 Ağustos 2023 • Anna Katharina Schaffner

Los Angeles Review of Books

BATI KÜLTÜRÜ ENTELEKTÜEL OLARAK ölümün esareti altındadır. Ölüm nihai felsefi konudur, en derin varoluşsal temamızdır. Karamsar konularda neredeyse her zaman olduğu gibi, ölüm hakkında da konuşmak bizi ciddi, akıllı, mantıklı ve bilge hissettirir. Üstelik Stoacı felsefenin son dönemdeki rönesansıyla birlikte (kaldı ki bu bizzat içinde yaşadığımız çağın bir göstergesidir) ölümlülüğü düşünmek yeniden moda oldu. Artık sonluluğumuzu akla getirmek için kafataslarını veya çürük meyveleri tercih etmesek de, şimdilerde geriye doğru kalan günlerimizi sayan “ölüm uygulamaları” var.

Doğum hakkında konuşmak ise tam tersine modası geçmiş bir şey: Doğum karışık ve organiktir, bedenimizin ve dünyevi doğamızın bir hatırlatıcısıdır. Doğum, yaratılış ve yenilenme hakkındaki konuşmalar kültürümüzün ezoterik duygular köşesine itilme eğilimindedir. Rachel Cuskın 2001 yılında

yeni annelikle ilgili anı kitabının kitapçılarda göze çarpacak bir şekilde sergilenmek bir yana ancak “kayıtlı insan deneyiminin en ucunda, diyet kitapları ile astroloji kitapları arasında bir yere” sürgün edildiğini gözlemlemişti.

Bu kültürel önyargılar göz önüne alındığında, hiçbir ciddi filozofun doğum hakkında söyleyecek fazla bir şeyi olmadığını varsaymamız affedilebilir. Jennifer Banks’in zarif ve sarsıcı yeni kitabı “Doğurganlık: Bir Doğum Felsefesine Doğru“ aslında durumun bunun tam tersi olduğunu gösteriyor: Doğum ve onun zengin üretken metaforları, bir dizi kurucu felsefi ve şiirsel çerçevenin merkezinde yer alıyor. Ve öyle de olmalı. Başka bir insan yaratma gücümüz, sahip olduğumuz en büyük güçtür; Hannah Arendt’in sözleriyle, insanların “üstün kapasitesi”dir. Banks’e göre “sınırlarını ve olanaklarını tanımlayarak hayatımızı şekillendirir.“ Ancak doğumun derin bir varoluşsal, teolojik ve ahlaki önemi olmasına rağmen, ilginç bir şekilde bu mesele yeterince incelenmemiştir.

Banks, doğumun “uzun süredir ölümün gölgesinde kaldığını ve az kabul gören çalışmasını sessizce yerine getirdiğini” öne sürüyor. Bizleri, benimsediğimiz ölüm merkezli birçok ilkenin bazılarını yeniden düşünseydik, kültürümüzün nasıl görüneceğini düşünmeye davet ediyor. Örneğin Seneca’nın meşhur sözünü alın ve tersine çevirin: “Doğumu daima araştırın; Nasıl doğurulacağını öğrenmek ya da doğmuş olduğumuzu kabullenmek bütün bir ömrü alır.” Peki ya ölümlülüğümüz yerine doğuşumuzla boğuşmaya başlasaydık? Doğumu her gün göz önünde tutsak neler mümkün olabilir?

Bunlar önemsiz sorular olmaktan çok uzaktır. Ve Banks’in içgörüleri aydınlatıcı olmaktan hiç geri kalmıyor. Arendt’in doğurganlık (natality) kavramını kullanarak, geleneksel olarak ölüme mahkûm düşüncemize karşı bir felsefe çiziyor ve bize doğumu yaratıcılığa, değişime ve yenilenmeye bağlayan yaratılış hikayelerinin ve geçmiş geleneklerin önemini hatırlatıyor. Arendt, doğumu “dünyayı, insani ilişkiler alanını, normal, ‘doğal’ yıkımından kurtaran mucize” olarak tanımlıyor. Banks’ın tutkusu, doğumu kültürümüzün etrafında örgütlenmesi gereken temel deneyim olarak (yeniden) kurmaktır. “Doğum, tıpkı demokratik siyaset gibi” diye yazıyor, “ötekilik konusunda bize meydan okur, başka bir kişiye yer açmak için kendimizi bir kenara bırakmamız gerektiğini, farklılık ve çoğulluğu hatırlatır.” Banks’in temel tezi hem basit hem de radikal: hepimiz doğduk ve doğumumuz başından sonuna silinemez bir şekilde hayatımızı biçimlendirir.

Banks’in incelemeleri Arendt’in yanı sıra Friedrich Nietzsche, Mary Wollstonecraft, Mary Shelley, Sojourner Truth, Adrienne Rich ve Toni Morrison’u da kapsıyor. Onların doğum ve yaşam öykülerini anlatıyor ve yapıtlarında doğumun aldığı merkezi rolü analiz ediyor. Arendt çocuksuz olmasına rağmen, felsefesinde başlangıçlar ve doğum merkezi bir yer tutuyordu. Belki de bu kısmen, sevgililerinden biri olan ve çoğu erkek filozof gibi ölümü fetişleştiren Martin Heidegger’e verilen bir yanıttı. Heidegger, dünyaya “atıldığımızı” ve fırlatılmamızın “ölüme-yönelik-olmak”la sonuçlandığını -hayatlarımızın kaçınılmaz olarak ölümün ufkuna doğru yöneldiğini- savunuyordu. Arendt ise tam tersine, İnsanlık Durumu‘nda (1958) “ölmek için değil, başlamak için doğduk” diye yazdı. Belki de yine Nazi sempatizanı Heidegger’i göz önünde bulundurarak, doğumu aynı zamanda totalitarizme karşı bir panzehir olarak, üretken eyleme yönelik yaratıcı kapasitemizi örnekleyen bir güç olarak görüyordu.

Nietzsche doğumu kutlayan çok az sayıda erkek filozoftan biridir; her ne kadar şöhretinin asıl nedeni Tanrı’nın ölümünü ilan etmesi olsa da. Yine de Nietzsche, Tanrı’nın ölümünü yeni geleneklerin yaratılması, dünyanın paganca yeniden büyülenmesi, kültürel ve ruhsal yenilenme için bir açılış olarak gördü. Doğum, yalnızca eserindeki temel kavram olan “oluş”ta ya da sanatın nihai kurtarıcı yaratıcı kuvvet olarak kutlandığı ilk kitabı Trajedi’nin Doğuşu‘nun (1872) başlığında yer almakla kalmaz, aynı zamanda onun süper insan hakkındaki düşüncelerinin de merkezinde de yer alır. Nietzsche’nin Übermensch’inin gayesi esasen yeni değerler yaratmak ve böylece yeni bir dünya doğurmaktı.

Banks ayrıca Nietzsche’nin, Yunan şarap ve müzik tanrısı Dionysos’u karanlık, kaos, mantıksızlık, doğurganlıkla ve kaynaşmayla ilişkilendirerek kadın olarak kodladığına dikkat çekiyor. Son eserlerinden biri olan Putların Alacakaranlığı veya Çekiçle Felsefe Nasıl Yapılır (1889) adlı kitabında Nietzsche, Dionysosçu olanı “hayata her türlü ölümün ve değişimin ötesinde muzaffer bir Evet; doğru yaşamı, yaşamın üreme yoluyla, cinselliğin gizemleri aracılığıyla genel devamı” olarak tarif eder. Banks iğneleyici bir mizahla Louise Erdrich’e gönderme yapıyor: “En dokunaklı bazı edebi eserlerlerimizi, bebek emziren kadınlar olmak istediklerinin farkında olmayan erkeklere borçluyuz.”

18. yüzyıl feminist yazarı Mary Wollstonecraft, doğumun toplumun kendisini yeniden hayal etmesine yardımcı olabileceğine ve yaratıcılığı, anneliği ve samimiyeti onurlandıran daha adil ve eşit bir insani düzene ilham verebileceğine inanıyordu. Kızı Mary Shelley ise tam tersine, doğuma dair daha karanlık bir vizyona sahipti; onun hayal gücünden, kibirli, Promethean bir yaratıcı-bilim adamı tarafından yaratılmış, lanetli bir yaratık ortaya çıktı. Banks’in gözlemlediği gibi, Shelley’nin romanı Frankenstein; veya Modern Prometheus (1818), kısır bir erkek beyni tarafından tasarlanan ve sonunda intikam uğruna yaratıcısının sevdiklerini öldüren bir canavarın “insanlığın doğum hayallerinin trajik bir şekilde gerçekleşmesini” anlatır.

Eski köle kadın Sojourner Truth, özgürlüğünü kazandıktan sonra ruhsal olarak yeniden doğdu ve doğumun dili ve “dünya yaratma” potansiyelinden ilham alan gezgin bir vaiz oldu. Kadından Doğmuş: Deneyim ve Kurum Olarak Annelik (1976) adlı kitabında Adrienne Rich, anneliğin hem kadınlara yönelik baskının kökü hem de güçlerinin kaynağı olması paradoksunu araştırdı. Yaradılışın bereketli enerjisi olarak doğum ilişkiselliği ve dişi potansiyelleri mümkün kılar. Rich, “Çalışmanın Koşulları: Kadınların Ortak Dünyası” başlıklı makalesinde bir annenin çalışmasının sosyal, politik ve kültürel açıdan çok önemli olduğunu yazdı; çünkü bu, “dünyayı koruma, dünyayı sürdürme, dünyayı onarma faaliyetidir.”

Banks’in incelemelerinin sonuncusu olan Sevgili (1987) romanında Toni Morrison, “anne sevgisinin en uç noktalarına kadar itilmiş bir örneğini” araştırıyor. Köleleştirilmiş bir kadın olan karakteri Sethe, onu kendisinin çektiği acı ve aşağılanmalardan korumak için çocuklarından birini öldürür. Burada, doğuran ve doğan, katil ve maktul oluyor ve bebek cinayeti, sevgi konusundaki aşırı bir etik vaka çalışmasına dönüşüyor.

TS Eliot, “Magi’nin Yolculuğu” (1927) şiirinde şunu sorar: “Bütün bu yolu niçin getirildik?/Doğum için mi, Ölüm için mi?” Banks, felsefi ve şiirsel tahayyüllerimizde doğuma mı yoksa ölüme mi ayrıcalık tanıyacağımıza dair tercihin hem kültürümüz hem de bireyler olarak bizler için derin etik sonuçları olduğunu gösteriyor. “Farklı bir ilkeler dizisine, yeni modellere, kendi yok oluşuyla daha az barışık bir kültüre açlık duyuyorum” diye yazıyor. “Bunu hayal etmeye devam ediyorum: kökleri hamilelik, samimiyet, kırılganlık, büyüme, yaratıcılık, karşılıklılık, değişim ve ötekilikte ─ başka bir insanın kan dolaşımına dahil olmaktaki o garip ve rakipsiz simbiyozda yatan bir toplum.”

O halde, doğum konuşmalarını, doğum hikâyelerini ve doğumun zengin imgelerini lekelerinden, tüm bu ölüm fetişistlerinin aşağılayıcı bakışlarından sonsuza dek kurtarmanın zamanı gelmiştir.

Kesilenler sadece ağaç mı?

Akbelen ormanının yok edilmesine karşı direniş sürüyor. Kamuoyunun ilgisi yavaş yavaş bu direnişe kayıyor. İlgi ve destek daha da artacak, çünkü orada ülkenin bütün büyük çelişkileri, herkesin canını ilgilendiren sorunları – kısaca hayatın tüm dinamikleri iç içe geçmiş, birbirine dolanmış, sarmaşmış şekilde kendini duyuruyor.

Ormanı yok etme girişimi o kadar vicdan yaralayıcı ki siyasi ve idari yetkili ve sorumlular tamamen sessiz kalmayı yeğliyor. Orman yandaşlarının karşısına dikilen, cop sallayan, su sıkan, göz yaşartıcı gaz sıkan kolluk kuvvetleri sanki kendi başlarına buna karar vermişler gibi. Asıl fail, o iki yeni yetme dev holding ağzını açamıyor. Yıkar geçeriz, unutulur gider diye düşünüyorlar olsa gerek.

Gitmez. Hiç gitmez. Çünkü orada kesilenler sadece ağaç değil, yok edilen sadece orman değil.

Orman sadece orman değildir. Her orman eşsiz bir hayat cemaatidir. Orman canlıdır ve her canlı gibi hisseder ve algılar. Orman ahalisi ağaçlar, diğer bitkiler, çalı çırpılar, mantarlar, böcekler, kuşlar, sincaplar diğer hayvanlar ve daha sayısız türden oluşur ─ birbirleriyle iletişim kuran, birbirlerini besleyen, birlikte gelişen ve değişen canlılar. Ağaçlar toprağın altından hayat çıkarır, güneşten yeni hayatlar yaratır. Orman hayattır, hayat pınarıdır.

Ormanlar her zaman insan dostudur. İnsanlara gıda, yakacak, ahşap, av ve huzur ve heyecan sunar. Orman insanlar tarafından keşfedilmeyi bekleyen doğanın türlü çeşitli gizli hazineleriyle doludur.

Ormanların da tarihi vardır. Ağaçlar, kökler, hayvanlar hepsinin bir hikâyesi vardır. Dinlemesini bilirseniz size de anlatırlar. Ormanda hiçbir zaman yalnız değilizdir. Oralarda yaşamış atalarımız ve ileride yaşayacak torunlarımızla beraberiz oluruz.

Ormanı yok etmek yaşayan her şeyi insan da dahil yok etmek demektir, hem de geçmişi ve geleceğiyle yok etmek. Bizi eksiltmek demektir. Orada kesilen her ağaç bu topraklarda yaşayan tek tek herkesin canından koparılmış bir candır. Hepimiz oradayızdır aslında.

Orman bizim kutsalımızdır.

İnsanlar kutsallarını korumak için ülkenin dört bir yanından oraya koşuyor, hasta yatağından kalkan seksenlik nine sürüne sürüne barikata gidiyor. Ülkenin çeşitli yerlerinde bir araya gelen insanlar Akbelen’e dayanışmalarını yolluyor.

Cinayeti herkes görüyor. İşlenen suçun üsttü kapatılabilecek gibi değil.

Ağaçların kesilip ormanın yok edilmesiyle başlayan projenin devamında orada bulunan kömür madeninin çıkarılması var. Suçu daha da katmerli hale getirecek bir hedef bu. Yakınlardaki gene aynı holdinglerin işlettiği enerji santraline yakacak sağlamak için kömür çıkarılacak. Kömür deyin ve orada durun.

Kömür bugün sadece ölümün kapkara, soysuz bir ölümün sembolüdür. Saklanamayan bir gerçek de bu. Büyük miktarlarda kömür yakılmasının atmosfere karbon salımını doğrudan artırdığı ve iklim değişikliğinin hızlanmasına neden olduğu artık kömür tacirleri tarafından bile inkâr edilemez oldu.  İklim değişikliğinin ne anlama geldiğini dünyanın dört bir yanında söndürülemeyen orman yangınları, aşırı kuraklıklar, olağanüstü seller ve her yıl kırılan sıcaklık rekorlarını yaşayarak görüyoruz. Onun için birçok ülke art arda kömür madenciliğinden vazgeçiyor, alternatif enerjilere yöneliyor.

Ormanlar aynı zamanda eşsiz bir karbon tutucudur ve yağmurları düzenleyici işlevi vardır, fosil yakıt yakılmasının tam tersine ormanlar iklim koruyucudur. Bizlere gölge bahşetmeleri de ayrı bir lütuftur.

İşte şimdi komşuda Rodos’da, bizde Kemer’de ve çok sayıda başka yerde orman yangınları yayılırken, aynı günlerde Akbelen’de orman katliamına başlandı.

Bu memlekette yıllardır sayısız bilinçli yurttaş ve sorumluluk sahibi sivil ya da resmi kurum ağaç dikme ve ormanlaştırma için aralıksız çaba harcamıştır. Bugün ormancılarımız ormanları korumak ve geliştirmek için canla başla çalışıyorlar. Ormanlarımız bu yanıyla da insan yapısıdır. İnsan emeğinin eseridir. Bizim malımızdır.

Bütün bunlar ortadayken göz göre göre birileri geliyor, sanki bütün ülkeyle alay ediyor gibi, hiçbir ahlaki endişe taşımadan kömür çıkaracağız diye o ağaçları kesiyorlar. Ve bunu tek bir nedenden yapıyorlar, sadece ve sadece para kazanmak, ölçüsüz para kazanmak, zenginliklerini daha da büyütmek.

Bu işin başında varlığını ve hızla genişlemesini doğrudan siyasi iktidara borçlu olan iki sermaye grubu var.  O nedenle son depremde günlerce devleti arayan depremzedelerden farklı olarak Akbelen’deki orman yandaşları daha ilk saatte devleti karşılarında buldular.

Şimdi şu iki sorunun yanıtı daha çok aranacak, insanlar tarafından daha çok tartışılacak: Sermaye bu mudur? Devlet bu mudur? Son dönemlerin en önemli, yaşamsal seçimleri olarak nitelenen son seçimde bile bir türlü seçim kampanya ve tartışmalarının gündemine nüfuz edemeyen bu iki basit ama o kadar da belirleyici soru, evet belki de ilk kez daha geniş tartışılacak.  

Tek mi Çok mu?

Adının Cumhur İttifakı olduğuna bakmayın, orada çoğul hiçbir şey yok. Aslında AKP’nin tarihi tamamen çoktan teke geçişin, tekleşmenin tarihi oldu. Seçim propagandaları da tek bir söze indirgenebilir: “Biz gidersek kıyamet kopar.“ Savundukları tek düzen, tek değer, tek kültür, tek perspektif’tir.

Çok’u zorla tek’in içine sığdırmaya çalışıyorlar.

Oysa hayat her alanda daha çok çeşitlenerek, çoğullaşarak gelişiyor. Ürün çeşitliliğinin artması yaşam tarzlarının, toplumsal cinsiyetlerin, kültürlerin ve düşünce akımlarının çeşitliliğinin artmasıyla at başı gidiyor. Çalışan kesimler çoğullaşıyor ve çeşitleniyor. Meslekler, çalışma tarzları çeşitleniyor. Yeni tarz artizan/zanaatkâr uğraşlar boy atıyor.

Muhalefetin gelişimi de bir çoklaşma, çoğullaşma süreci oldu, oluyor. Başta tek tek iken şimdi çok ve çoğul oldular. Altılı Masa ile Yeşil Sol Parti yan yana yürüyor, aşağıdan doğru benzersiz şekillerde gençler, kadınlar, çevreciler, insan hakları savunucuları sürece kendi renklerini katıyor.

Enerji ancak farklılıklar bir araya gelince fışkırır. Enerjiler birbirine akar. Enerjiyi işbirliği yaratır. Güç yan yana gelince, işbirliği yapınca doğar. İşte onun için adı ittifak da olsa iktidarın gücü/enerjisi eriyor, muhalefetinki artıyor. Ve muhalefetin birlikte yürüyüşü içinde yeni kuvvetler canlanıyor, yeni değerler tanımlanmaya başlıyor ve yeni bir ufuk beliriyor.  

Aslında hayatımızdaki, çevremizdeki her şeye yeni anlamlar vermeye başlıyoruz. Şimdiye kadar “ötekiler” diye gördüklerimizin “bizden olduğunu” ya da “bizim de onlardan olduğumuzu” düşünmeye başlıyoruz.

Bu, cumhuriyet tarihimizin ilk bilinçli ve geniş kolektif eylemi, gerçek cumhurun – bilinçli yurttaşlar ittifakının  ─ eylemi. Cumhuriyet döneminin ayrımsız bütün kahramanları da bu eylemde, miting alanlarında yanı başımızda, capcanlılar ─ onların ise tek kendileri var. Tek’ten de bir şey çıkmaz.

Daha yol uzun ve kuşkusuz engel çok. Acılar da eksik olmaz. Ama artık yeni bir şeyleri yapabileceğimizi görüyoruz.

Garo Paylan veda konuşması

Garo Paylan Meclis’e veda konuşmasında şu saptamaları yapmış:

  1. “Üç kuşaktır hiçbirimiz gün yüzü görmedi.”

Hiçbir yoruma gerek yok. Altı kelime onlarca yılın tarihini anlatıyor.

  • “Bu memlekette eşitlik, barış ve demokrasi isteyip de sıra dayağından geçmeyen kalmadı.”

MHP’lilerin bile vaktiyle falakaladan geçirildiğini düşünürsek, bu tespitin ifade ettiği dehşeti daha iyi anlayabiliriz.

Ama bütün bunlara rağmen hemen herkes sadece asıl kendisinin dayak yediğini düşünüyor, öteki dayak yiyenlere gözünü kapıyor, mağdur olarak asıl kendini görüyor.

Oysa sıra dayağından hepimizin geçtiğini kabul etmek ve diğerlerinin çektikleri acılara anlayışla yaklaşmak, politik hayatta herkesin eşit olduğunun kabul görmesinin, bunun geçerli ilke hale gelmesinin yolu olabilir.

  • “Meselemiz birbirimizin varoluşuna saygı göstermek.”

İşte “gün yüzü görmeye” başlayabilmemizin sihirli formülü! Tekçiliği siyaset ve tarih sahnesinden sürüp çıkarmanın, “deli gömleğini” yırtıp atmanın yolu. Bunun AKP seçmenlerinin de varoluşuna saygı gösterilmesini içerdiği belirginleştikçe bu yolun engebeli arazilere sapması  zorlaşacaktır.     

  • “Bu mesele bu Mecliste konuşulmayacaksa başka meclislerde meze olur.”

Batılı devletlerin çifte standartlı yaklaşımlarının oyuncağı olmaktan kurtulmanın ötesinde bu tespit aynı zamanda TBMM’ni ihya etmenin, yüceltmenin ve iktidarın gerçek kaynağı haline getirmenin de formülünü sunuyor.

Bu aynı zamanda demokrasiyi aşağılarda, yerel düzeylerde de yeniden inşa etmenin formülüdür.

Geçen Kasım’da Facebook paylaşımlarımda şöyle yazmışım:

“Yukarıdan aşağı, buyurgan, gizli kapaklı, dar tabanlı yönetimlerin yerini katılımcı, birlikte inşa edici, işbirlikçi geniş birliktelikler ancak böyle oluşur. Keyfiliğin yerini şeffaf ve hesap verir demokrasi ancak bu yolla alabilir. İnsanlar ancak bu çerçevede yurttaşlar olarak sorumluluk duymaya ve üstlenmeye başlayabilirler. Gerçek eşitliğin ülkesine ancak buradan yürünebilir.” 

Garo Paylan HDP’lidir, bu konuşmayı o partinin bir sözcüsü olarak da  yaptığını kabul edebiliriz. O nedenle bu seçimlerde HDP’nin içinde olduğu ittifakın Yeşil Sol Parti (ne güzel bir ad!) olarak yeni mecliste bu politikaların vücut bulması için çalışacağını görebiliriz.

YSP sözcüleri 14 Mayıs seçimlerinde 6’lı Masanın cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceklerini (hem de amasız, fakatsız!) açıkladılar ve kendi ittifaklarının dışında kalan sol grupların da bu doğrultuya yönelmesine yardımcı oldular. Aynı zamanda kendilerinin yeni mecliste ciddi bir ağırlık oluşturması için de var güçleriyle çalışıyorlar.

Dolayısıyla “bu meselenin konuşulacağı”, yani yeni bir demokrasinin temellerinin atılacağı meclis pekâlâ 6’lı Masa ile emek ve özgürlük ittifakının ve genel olarak solun temsil edileceği bir meclis – özlediğimiz meclis, yeni bir başlangıcın meclisi ─  olabilir.

Olabilir, çünkü işi fiilen hep birlikte bu aşamaya getiren aktörler hep birlikte bu süreç içinde değişmeyi ve gelişmeyi başarmış aktörlerdir.

O yüzden hep birlikte çıtayı giderek mevcut anlaşma noktalarının daha da yükseğine çıkartmalarını beklememiz hiç de aşırı bir iyimserlik olmaz.

Olmaz, çünkü ayrıca  15 Mayıs sabahı artık tek tek hepimizin bir şeyler yapabileceği, bunun mümkün hale gelebileceği bir dönem başlayabilir. Umutlu ve iyimser olmak demek soyut bir şey değil, yapabileceğimiz somut bir şeylerin var olması demektir.

Muhalefetteki politik aktörlerin sözünü ettiğim değişim ve gelişim süreci boyunca Facebook’ta şu tespitleri paylaşmışım:

  • Adalet Yürüyüşünün ardından Haziran 2017’de:

“Artık Kılıçdaroğlu bir başka Kılıçdaroğlu, CHP bir başka CHP’dir. Bu yeni olguyu anlamaya çalışalım.”

  • Şubat 2022’de 6’lı Masa ete kemiğe bürünmeye başladığında:

“Altı parti arasındaki müzakere ve onlarla HDP arasındaki çeşitli şekillerde yürüyen müzakere aslında bir ve aynı müzakeredir, Cumhuriyet tarihimizin en önemli müzakeresidir. Üstelik bu müzakere son derece olumsuz şartlarda, iktidar çevrelerinin her türlü baskı ve saptırma çabaları altında yürütülmektedir. Ülkemizin düze çıkması, barış ve demokrasinin yolunun açılması her şeyden çok bu müzakerenin olumlu gelişmesine bağlıdır. Onun için herkesin bunun farkında olarak sorumlu davranacağını, yapıcı tavır alacağını umuyorum.”

  • Ardından Haziran 2022’de:

“Bize oyun değiştirici bir moment lazım. Bir çırpıda her seyin güzel olacağı falan değil, parametrelerin değişeceği, rüzgârın yönünün giderek değişeceği, yapılanların sonuç vermeye başlayacağı ─ galiba oraya yaklaşıyoruz.”

  • Ve sonra Meral Akşener 6’lı Masadan ayrılıp ardından ertesi gün palas pandıras geri dönmek zorunda kaldığında, 5 Mart 2023’te:

“Bence bu son adımıyla Akşener rejimin sonunu başlatmış oldu.”

Ayrı ayrı mı ilişkisel mi?

Evrende her şey birbirine bağlı, birbiriyle ilişki içindedir diyoruz. Peki, ilişkilere nasıl bakmalı, onları nasıl anlamalıyız. İlişki nasıldır, ne yapar? Nerededir?

Şöyle bakabiliriz:  Ayrı ayrı şeyler vardır. Bunların ayrı varlıkları, zihinleri, ihtiyaç ve istekleri vardır, eylem kapasiteleri vardır, her biri bir aktördür. İlişkiye girerek bir sonuç elde ederler. Her biri kendini özne ötekini nesne olarak görür.

Bu bakışın temelinde Descartes’ci felsefe vardır. Bu modelin temel çıkış noktası her birimizin ayrı tekil varlıklar olduğumuz ve bizden bağımsız olarak var olan nesnel bir dünyayla karşı karşıya olduğumuzdur. Duyularımızla dış dünyadan aldığımız verileri aklımızla işleyerek dünyayı tanır ve deneyimleriz. Özne ve nesne birbirlerinden ayrı iki alandır, aklımız bu ikisi arasındaki ayrılığı aşmadaki aracımızdır. Böylece özne olarak nesne üzerinde etkide bulunuruz. Nesne pasiftir.

Bu bakış açısına göre özne de nesne de önceden belirlenmiş özelliklere, rol ve işlevlere sahiptir. Dolayısıyla aralarındaki ilişkinin niteliği ve rolü, olası sonuçları da öyledir; doğrusal ve öngörülebilirdir. Newtoncu fiziğe dayanan bu felsefi model tüm bilim dünyasına olduğu gibi Freud’un insan ruhunu ve onun hastalıklarını açıklamak için geliştirdiği psikiyatriye de temel olmuştur.

Kendimiz – aklımız ve ruhumuz – kendi özelliklerimizden, kendi tarihimizden ibarettir, deneyimlerimiz kendi arzu ve eylemlerimizden ve dış dünyanın bunlara verdiği tepkilerden oluşur. Öznenin içten gelen itki ve eylemi ile dışındaki nesnenin buna karşı tepkisi vardır.

Bu bakış açısı, yani özne-nesne ayrımının merkezinde bireyin ve kişisel aktörlüğün birincilliği fikri yatar. Aynı şekilde; her süreç ya da olgu anlaşılabilir, kavranabilir, her sorun çözülebilir, insan maddeye, hayata ve enformasyona egemen olabilir gibi kesin bir inanç vardır. Böylece hayata ve süreçlere hep ikiliklerin (duality) karşıtlığı olarak bakmanın yolu açılır.

Ne var ki her türlü ikileştirme/karşıtlaştırma şöyle bir tuzağa götürmeye son derece açıktır. Aktörler, ya da çözüm olasılıkları iki’ye indirgendiğinde ister istemez biri doğru, güzel, iyi; diğeri yanlış, çirkin, kötü olur. Biri dost diğeri düşmandır. Hep ikisinden birini seçmeye itilir, zorlanırız. İkilikten sonuçta hep teklik çıkar.

Oysa şöyle baktığımızda her şeyi daha iyi görebiliriz:  Şeyleri şey yapan aralarındaki ilişkidir. Varoluş ilişkiseldir. Her birimizin, bütün canlıların ve bütün maddenin oluşumu, gelişim ve evrimi, kazandığı/kaybettiği özellikler her şey kendimizle diğerleri arasındaki alanda ortaya çıkar, belirir. Zihinsel yaşamımız, akıl ve duygularımızın oluş ve gelişim alanı, yeri, mekânı ilişkilerimizdir.

Özneler, yani eylem potansiyeline sahip zihin sahibi aktörler, ancak kişiler arası/şeyler arası alanda ortaya çıkar. İlişki varsa, özne vardır, akıl vardır, ruh vardır. Her türlü eylem ve gelişme birlikte eylem, birlikte gelişmedir. Aklımız ve duygularımız tam olarak ne beynimizde, ne de bedenimizde yerleşiktir. Bütün ilişki âlemimize, maddi manevi ilişkilerimize yayılmış şekildedirler.

Sadece beynimizle değil, bütün bedenimizle, sahip olduğumuz şeylerle, kullandığımız aletlerle, esen rüzgârla, üzerine bastığımız toprakla birlikte düşünürüz, duyumsarız. İlişkiler alanımız bizi yaratır, ama biz de o alanı yaratırız.

Bu anlamda düşünce ve duygunun, akıl, zihin ve zekânın —biliş ve duygulanımın— bir tür enerji biçimi olduğunu bile düşünebiliriz.

Her birimiz, farklılıklar gösteren geçmişten gelen ve güncel, değişik ilişkilerin özgül bir harmanı olduğumuz için, her birimiz bir kereliktir, farklıdır, benzersizdir. Bireyi ve bireyselliği oluşturan, geliştiren ve besleyen de bu özgül harmandır.

Hiçbir şey önceden belirlenmiş olmadığı için, her şey ilişkiler içinde belirdiği ve etkide bulunduğu için, önceden—ilişkiler başlamadan—yapılan planlar, programlar, bütçeler, çizilen stratejiler hiçbir zaman tam olarak gerçekleşemez. Moltke’nin dediği gibi, “Daha ilk muharebeden sağ çıkan hiçbir harp stratejisi yoktur.” Esneklik, sürekli yaratıcılık, açık uçlu düşünmek onun için zorunluluktur. Sabit kimlikler, roller yoktur, önceden formüle edilemez olanak ve olasılıklar içinde yapılacak tercihler söz konusudur.

Anlamlı, mutlu ve sağlıklı bir yaşam yeryüzüyle, diğer canlılarla ve insanlarla olan ilişki ve etkileşimlerimizin, deneyimlerimizin ve alıp verdiklerimizin sağlığına, nitelik ve özelliklerine bağlıdır.

İlişkilerin bir tarafı – sağlıksız ya da mutsuzsa – eşimiz, dostumuz, çalışma arkadaşımız, komşumuz, soluduğumuz hava, aldığımız gıdalar, içinde yüzdüğümüz deniz, kasabamızdan geçen akarsu sağlıksız ve mutsuzsa, yerinden yolundan edilmişse, dünya son çözümlemede bize de dar olur. Eşit olmayan ilişkiler taraflar arasındaki karşılıklı enerji akışının da eşitsiz olması demektir. Asimetrik ilişkiler, eşitsiz ve dengesiz ilişkiler en büyük mutsuzluk kaynağıdır. Çektiğimiz acıların çoğunun temelinde bu yatar.

O nedenle neden ve çareleri aramaya başlayabileceğimiz yer de orası, yani ilişkilerin alanıdır. İlişki ve bağlantılardan kaçınamayız, tek yapabileceğimiz onları eşit haklı, karşılıklı yarar sağlayan bir hale getirmeye çalışmaktır.

Politikaları da pekâlâ bu asitmetriyi, eşitsizlikleri veya dengesizlikleri (ya da enerji gaspını) artırmaya mı yoksa azaltmaya mı yöneldiklerine göre ayırt edebiliriz.

Nesne ve süreç

Şeylere iki türlü yaklaşabiliriz.

Nesne olarak bakmak. Bir şeye nesne olarak baktığınızda onun kendi karakter ve kimliğine sahip olduğunu, belli bir özü olduğunu kabul edersiniz. Kendi özü kendisindendir, kendine ait bazı özellikleri vardır ve bu özellikler onun değişmez çekirdeğini, özünü belirler. Bu tanım o şeyin, çevresinde olan bitenlerden – dün ve bugün olanlardan- bağımsız olduğunu varsayar. Buna göre, şeylerin değişmez özü vardır.

Nesne olarak bakmak şeylere dışarıdan bakmayı gerektirir. Duvarda asılı bir tabloyu ya da bir mağaza vitrinini seyreder gibisinizdir. Böyle alırsanız onu bütün boyutlarıyla anlayabileceğinizi, dolayısıyla kontrol edebileceğinizi ve yönetebileceğinizi ya da maniple edebileceğinizi varsayarsınız.

Bu anlayışla yaklaştığınızda değişim ancak bu değişmez özün değişmesiyle –aslında bir yerde lağvedilmesiyle- mümkündür dersiniz. Bu kaba iyimserlik dikkatlerimizi, amaç ve hedeflerimizi, düşünme tarzlarımızı ve genel olarak önem verdiğimiz anlatıyı biçimlendirir.

Nesne yaklaşımı bizi söz konusu şeyin yapısına, bileşenlerine, özelliklerine odaklanmaya iter. Statik düşünürüz.

Peki, ama Heraklites “Aynı suda iki kere yıkanamazsın” dememiş miydi? “Her şey değişim halindedir, değişmeyen tek şey değişimdir” demez miyiz hep.

Süreç olarak bakmak. Şeyler kendi başlarına var değillerdir, her zaman başka şeylerle ilişki içindedirler. Ve bu ilişkiler içinde sürekli değişirler. Ve her bir parçaları, özellikleri, her şeyleri değişir. Zaten her şey başka sayısız şeyin kendine özgü bir şekilde bir araya gelmesinden oluşmaz mı?

Onun için şeylerin içinde bulunduğu daha geniş bağlamı ya da sistemi dikkate almamız gerekir. Şeyler soyut kendileri değillerdir. Çevreleri ve tarihleri içinde – yani çok sayıda ve değişken ilişkiler, etkileşimler içinde – belirlenirler, daha doğrusu belirirler. Nesne halinde görünürler.

Her beliriş (emergence) anlıktır. Bu an nano boyutlardaki var oluşlar için salisenin bilmem kaç milyonda biri kadar olabileceği gibi, söz gelimi gezegenler için milyarlarca yıl sürebilir. Yani her nesne geçicidir. Her şey -ve onu meydana getiren şeyler –hep değişir. Hiçbir şeyin; cismin, canlının veya kültürün değişmez bir özü yoktur.

Şeylere süreç olarak bakmak onlara içinde bulundukları ilişkilerin ve bizimle olan ilişkilerinin içinden bakmayı, onları hareket ve değişimleri içinde izlemeyi gerektirir. Şeyler veya nesneler aslında ne kadar katı ve istikrarlı görünseler de nihayetinde yavaş giden ya da stabilize olmuş süreçlerden ibarettir.

O kadar ki mesela dökümhaneden yeni çıkmış bir çelik putrel bile öyledir. Hikâyesi (yani süreci) yeraltından çıkarılan demir cevherinin oradaki oluşumuna kadar geri gider ve onu genişleme ve daralmalar, aşınmalar, eğilip bükülmeler, eritilme ve yeniden biçimlenmelerle geçecek uzun yıllar beklemektedir.

Örneğin tıp bilimciler SARS-CoV-2 virüsüne nesne olarak bakmış olsalardı tamamen başarısız olurlardı. Tek başına çok çok kısa bir süre var olabilen virüsün ancak bir konakçıya geçince yaşayabilen, hayvanlardan gelip insanlara geçen, bağışıklık sistemimizi ve birçok organımızı etkileyen bir süreç olduğunu bilmeselerdi aşı da geliştiremezlerdi. Virüs bize bulaşarak ya da bizi aşılanmak zorunda bırakarak bizi değiştirdi ve bizimle ilişkileri içinde art arda mutasyonlara uğrayarak kendisi de değişti, değişiyor. Üstelik sadece bireysel metabolizmalarımızı etkilemekle kalmadı, varoluşumuzun bütün modlarını – ekonomimizi, çalışma hayatımızı, aile yaşamlarımızı, sosyal ilişkilerimizi, kültür ve sanat etkinliklerimizi, fikir dünyamızı ve politik yaşamımızı değiştirdi. Kısaca o bir ilişkiler toplamıydı—diğer başka her şey gibi. Ve tüm ilişkileri bir şekilde değiştirdi.  

İlişkiler de nesneler kadar gerçektir, olgudur. İster el kol hareketleri ya da fiziksel temas ya da sözel, görsel veya kokusal olsun ister dijital veya tele-iletişim şeklinde olsun, aslında her türlü iletişim biçimi elektromanyetik dalgaları ya da ışık ve ses dalgalarını hareket ettirmekle değiştirmekle mümkün olabilir, aynı şekilde belli bir enerji gerektirir, yani tamamen fizikseldir. Bu anlamda maddidir ve elle tutulabilirdir.     

Nesne olarak bakmak ile süreç olarak bakmak arasındaki ayrım sadece şeyleri, olay ve olguları anlamak ve anlamlandırmak açısından büyük önem taşımakla kalmaz. İlişkilerimizin niteliğini de belirler.

Şöyle ki şeylere, insanlara, olaylara nesne olarak bakmak bizi onları kontrol edebileceğimiz, onlara hükmedebileceğimiz yanılgısına götürür. Nesne olarak bakmak yukarıdan bakmak demektir.

Onun için hükmetmek istediklerimizi nesneleştiririz. Kendimiz özneyizdir ve onlara nesneymiş gibi bakarız. Ötekileştirmek ile nesneleştirmek birlikte gider. Eşit haklı olmayan bütün ilişkiler bir tarafın ötekine nesne gibiymiş bakmasıyla bağlıdır. Doğayı tahrip eden bütün yaklaşımlar da öyledir. Nesneleştirdiğiniz şeyleri metalaştırabilirsiniz de.  

Eşit haklı, göz hizasından yürütülen ilişkiler ise şeyleri değişim süreçleri olarak görmeyi ve onlarla birlikte değişmek istemeyi gerektirir. Süreç aslında her zaman bir birlikte-süreçtir.

Evrende her şey birbiriyle bağlantılıdır. Evren sayısız birbiriyle bağlantılı şeyin hep birlikte aralıksız hareketi ve değişimidir. Şeyleri ancak ilişkileri ve geçirdikleri süreçler içinde anlayabiliriz.

Dolayısıyla varoluş hep çoklu, çok tarzlı, çoğul bir varoluştur.

Kendini yurttaş olarak görmek

Türkiye’nin nüfusu 80 küsur milyon. Peki, Türkiye’de kendisini yurttaş olarak gören kaç kişi var? Adına ister Türk devleti, ister Türkiye devleti, ister Türkiye Cumhuriyeti devleti deyin, “ben bu devletin yurttaşıyım” diyebilen kaç kişi var. Kendini yurttaş olarak görmek anayasada belirtilen yurttaş haklarına fiilen sahip olmak, bu haklardan özgürce yararlanabilmek demektir. En önemlisi bu haklardan bütün yurttaşların eşit olarak, aynı şekillerde, hiçbir ayrımcılığa uğramadan yararlanabilmesi demektir. Daha basit söylersek ancak ayrımsız herkesin “bu devlet benim devletim” dediği bir ülke gerçek eşitliğin ülkesi olabilir.

Bizde bugün durum bu mudur? Bugün yaklaşık benzer oranlarda iki büyük kampa ayrılmış gibi görünen seçmen kitlesinin bir yarısı kendisini esas AKP’nin yurttaşı gibi görüyor, hak ve özgürlüklerini anayasada yazılanlara göre değil, AKP iktidarının kendisine bahşettiklerine göre tanımlıyor. Onun için de yurttaşlık hakları ve anayasal demokrasiyle ilgili talep ve mücadelelerinden uzak duruyor.

Seçmen kitlesinin muhalifler olarak adlandırılan ikinci yarısında yer alanların büyük kısmı devletin artık kendilerini terk ettiğine inanıyor. Geçmişte kendilerine tanınan ayrıcalıklar bugün onlardan esirgeniyor, üstelik kendilerini devletle özdeşleştirebilmelerini sağlayan semboller ve kahramanlar saygı görmek bir yana aşağılanıyor. Kürt seçmenler zaten hiçbir zaman bu devletin yurttaşı olmaktan gurur duyabilmiş değiller. Bütün bunlara rağmen yurttaş haklarına sahip çıkan ve aralıksız savunan çok da geniş olmayan demokratik bir birikimimiz var. Ama o da yoğun baskı altında tutuluyor.  

Muhalif kesimlerdeki bu yabancılaşmanın bir başka göstergesi son yıllarda ülkeyi terk edip yabancı ülkelere yerleşenlerin, yani bu devletten umutlarını kesmiş olanların – özellikle eğitimli görece genç kesimdeki – sayısındaki hızlı artış.

Bütün bunlardan çıkan sonuç Türkiye’nin en önemli meselesinin insanların kendilerini en başta yurttaş olarak yeniden oluşturmalarını, konumlandırmalarını sağlamak olduğudur.

Bu yaşamsal önem taşıyor, çünkü ne “AKP devleti”nin sürdürülebilirliği vardır ne de Cumhuriyet’in eski biçimlerine geri dönmek mümkündür.     

Yeni Türkiye vizyonu ancak devletin bütün yurttaşlara eşit yaklaştığı, herkese aynı hakları tanıdığı ve bunun uygulamada hiçbir şekilde aksamaması için azami özen gösterdiği bir çerçevede anlam kazanabilir.

Yukarıdan aşağı, buyurgan, gizli kapaklı, dar tabanlı yönetimlerin yerini katılımcı, birlikte inşa edici, işbirlikçi geniş birliktelikler ancak böyle oluşur. Keyfiliğin yerini şeffaf ve hesapverir demokrasi ancak bu yolla alabilir. İnsanlar ancak bu çerçevede yurttaşlar olarak sorumluluk duymaya ve üstlenmeye başlayabilirler. Gerçek eşitliğin ülkesine ancak buradan yürünebilir. 

Birlikte…

Son on yıllarda çevre sorunlarının ve atmosferin ısınmasıyla iklim değişikliğinin getirdiği tehlikelerin belirginleşmesi ve ekoloji bilimlerinin (ve ağ teorisi ve karmaşıklık teorisinin) gelişmesiyle tarihin canlı ve cansız varlıkların bütünleşik karmaşık sistemlerinin hareketi olarak, yeryüzünün tarihi olarak anlaşılması gerektiği görüşü belirginleşti.   

Böylece tarihi yapan aktörlerin sadece bireyler, topluluklar, devletler, uluslar ya da sınıflar ve onların politik temsilcilerinden ibaret olmadığı, insanlar-insan olmayan canlılar-doğa kuvvetlerinden oluşan bağlantılı bütünsel bir aktör olduğu anlayışı öne çıkmaya başladı. Tarih insan ile doğanın birlikte- üretiminin, birlikte-yapımının eseri. İnsanın, diğer canlıların ve cansız doğanın evrim ve değişim dönüşüm süreçleri aslında bir birlikte-yapma, birlikte-üretim süreci. Biz çevremizi yapıyoruz, çevremiz bizi yapıyor. 

Sınıf savaşlarının, eşitlik mücadelelerinin, devletlerin ya da ulusların savaşlarının tarihi olarak açıkladığımız tarihin aslında yeryüzü ve iklim vb. hareketleri de dahil, bütünsel aktörün bütünsel tarihi içinde biçimlendiğini görebiliyoruz.

Tarih bir bütünselliktir. Parçalara ayrılamaz. Tarihçiler bilim tarihçisi, iktisat tarihçisi, sanat tarihçisi sosyal tarihçi diye uzmanlaşabilirler, ama bunların hepsi birbiriyle alakalıdır.  Arkeoloji ile jeoloji, antropoloji ile biyoloji birbirlerini tamamlar. Örneğin iktisat tarihi hiçbir zaman sadece ekonomiyle ilgili değildir. Gerçek hayat gibi tarih de alt parçalara bölünemez.  

Örneğin iki dünya savaşının Avrupa’daki etkileri ile savaş sonrasının Üçüncü Dünya’daki sömürgecilik karşıtı mücadeleler tarihin bütün dünyayı kapsaması gerektiği görüşünü öne çıkarmıştı. Aynı zamanda sosyal bilimlerin, sosyal ve ekonomik tarihin gelişmesi siyasi, diplomatik ve askeri tarihin başatlığını sorgulamaya başlamıştı. Böylece bütünsel dünya tarihi anlayışı güç kazanmıştı.

Bugün ise tarihçiler iklim değişiklikleriyle ya da pandemi süreçleriyle uygarlıklar tarihinin etkileşimlerini açığa çıkarmaya başlıyorlar.

***

Aslında söz konusu aktörlerin hepsi ayrı ayrı diğer aktörlerin ve aralarındaki bağlantı ve ilişkilerin varlığının çok iyi farkındaydı ama bu ilişkilerin niteliğini sadece kendi açılarından değerlendirebiliyorlardı. Erkeğin kadına, efendinin köleye, kapitalistin işçiye, tarımcının toprağa, insanın hayvanlara ve genel olarak canlı ve cansız doğaya (aynı zamanda kendi yaptığı alet ve yapılara) bakışı, yaklaşımı, onları anlamlandırması hep benzer oldu. Kendisi yapıcı, değiştirici, aktif, belirleyici, kontrol edici, hükmedici (penetre eden) özne, geri kalanı onun kontrolü altına alıp istediği gibi biçimlendirebileceği (penetre edilen) pasif nesneydi. Çünkü plan yapıp uygulayabilen onlardı. Hepsinin yaklaşımı bir ve aynı faydacı anlayışın değişik görünüş biçimleriydi.

O yüzden uygarlık tarihi insanları ve doğayı kontrol altına alma, doğal ortamından ayırarak ehlileştirme tarihi olarak gelişti. İnsanları avcılık toplayıcılığı bırakıp tarıma yöneltmek, üretip vergilerini ödeyecekleri şekilde ehlileştirmek için duvarlarla çevrili şehirlere toplamak gerekti. İnsanın ehlileştirilmesi ile hayvanların ve genel olarak doğa kuvvetlerinin ehlileştirilmesi çabaları baştan beri paralel gelişti. Teknoloji de üzerlerinde hegemonya kurmak amacıyla doğanın kuvvetlerini ehlileştirme aracı oldu.

Ehlileştirmek, kontrol altına almak demek aslında özerk aktör olmasına, kendi rolünü özgürce oynayabilmesine imkân vermemek demekti. Ancak köle olabilirdi. Efendilerine hizmet edecekti, aykırı davranamayacaktı. Eleştirel, aykırı, özgül olamazdı. Ancak kolayca birbirleriyle değiştirilebilir otomatonlar olabilirlerdi. Makinelerin en ileri ucunda şimdi yapay zekâ en yeni köle adayı olarak gelişiyor.

Bu şekilde, insanlık tarihine kölelerin —insan köleler kadar tabiat kölelerin—isyanlarının tarihi olarak da bakabiliriz. (İsyan son çaredir. Onun için de meşrudur. Çoğu zaman başarıyla sonuçlanmaz, ama kendi başına bir sistem arızası olduğu için, sonuçta her durumda iki tarafa da zarar verir. Tıpkı hegemonyacı ilişkinin iki tarafı da—hem efendiyi hem köleyi— sonuçta depresyona sürüklediği gibi. Öte yandan ezilen nefret duygularıyla dolar, ezen ise korku içindedir, kendini koruma içgüdüsüyle ötekinden tiksinir.)

Kuşkusuz bütün bunlar dümdüz, pürüzsüz giden süreçler olmadı hiçbir zaman. Kendilerine hükmedilmek istenenler hiçbir zaman tamamen pasif olmadılar, her biri kendi koşullarına uygun direnişler içinde oldu, değişik taktikler geliştirdi, farklı ustalıklar kazandı, sonuçlar elde etti. Dünya edebiyatının en etkileyici eserleri daha çok bunların hikâyeleridir.

Bizim hayvanlara zarar veren eylemlerimiz sosyal, politik ve ekonomik sistemlerimizin önemli parçalarıdır. Çünkü bizim dünyamız küçük bir insan azınlığının geri kalan herkese egemen olarak ve onları sömürerek refahını artırması etrafında kurulmuştur. Bu sistem, sadece hayvanların acı çekmesinin önde gelen nedeni olan endüstriyel hayvan tarımının değil, işçilerin sömürülmesinin, arazi kullanımı, su kullanımı, enerji kullanımı, antibiyotik kullanımının, atık ve kirliliğin sistemidir ve iklim değişikliğinin başlıca sebebidir.

Böylece uygarlık tarihi karşılıklı bağımlılık içinde ve etkileşimli şekilde birlikte hareket eden birlikte evrim geçiren bütün o muazzam ağın, bütünsel aktörün, değişim ve gelişimin öznesinin giderek sakatlanması, özgürce hareket edemez hale gelmesinin tarihi oldu. Sonuç bugün yaşadığımız bozulma, çürüme ve bütünsel varoluşsal kriz oldu.

2018 yılının Nobel Edebiyat Ödülünü alan Olga Tokarczuk 9 Aralık günü yaptığı Nobel Ödülü konuşmasında bu krizden bir çıkış yolu bulabilmemiz için aramızdaki benzerlikleri keşfetmeye ve aynı kaderi paylaştığımızı anlamaya odaklanmamızı öneriyordu. “İnsanlarda bir bütünlük duygusunu harekete geçirebilmek için” diyordu, “her şeyin görülebileceği bir yerden bakmak lazım. Her şeyi görmek demek her şeyin nihai olarak tek bir bütün oluşturacak şekilde birbiriyle bağlantılı olduğunu—aralarındaki bağlantılar bizim için henüz bilinir olmasa da— fark etmek demektir. Her şeyi görmek aynı zamanda dünya için tamamen farklı türde bir sorumluluk duymak demektir. Çünkü ‘buradaki’ her hareketin ‘oradaki’ bir davranışa bağlandığı, dünyanın bir parçasında alınan bir kararın onun bir başka parçası üzerinde etkide bulunacağı ve ‘benim olan’ ile ‘senin olan’ arasındaki ayrımın tartışılabilir hale geldiği giderek daha iyi görülüyor.”

Yeni tür ilişkilerin yeni gerekleri

Çözüm yollarını yeni tür ilişkilerin öne çıkmasında aramamızı gerektiren birçok yeni gelişme var.

Değer yaratmanın temeli olan çalışma (emek) bilgi çalışmasına dönüştükçe üretimin dinamosu bireysel çalışanların beceri ve eğitim düzeylerinden çok birlikte çalışanlar arasındaki (ekip içindeki) etkileşim haline geliyor. Kuruluşların dijital dönüşümünün bu etkileşim temel alınarak düzenlenmesi kendini dayatıyor. Otomasyon ve yapay zekâ tartışmaları gerçek anlamını bu tartışma içinde buluyor. Dolayısıyla rekabette de ürün ya da teknolojinin değil birlikte çalışan insanların kalitesi belirleyici hale geliyor.

Piyasacılığın (ve liberalizmin) gözde kavramı birey, devletçiliğin (ve sosyalizmin) gözde kavramı cemaat ya da topluluk iken şimdi yeni toplumu belirleyecek kavram “birlikte yapmak” oluyor. Şimdi sanayi sonrası dönemde çalışma karşılıklı etkileşim— insanlar arası ve insanlarla makineler arası etkileşim—olarak tanımlanıyor. “Birlikte yapmak” kolektif yapmak demek olmakla birlikte asıl özgür ve eşit haklı katılım gerektiren ve farklı aktörlerin farklı katkılarına ihtiyaç duyan bir ilişki anlamına geliyor. Ayrı ayrı üretici kuvvetlerin ve üretim araçlarının belirleyici bir önemi kalmıyor, her bakımdan geleceği belirleyecek unsur olarak bu etkileşim ve onun niteliği öne çıkıyor. Ne ölçülebilir, tartılabilir ya da fiyatlandırılabilir olan ne de mülkiyet nesnesi yapılabilen (dolayısıyla köleleştirilebilir olmak bir yana alışılmış şekillerde yönetilebilir bile olmayan) bir nitelik.

İşte bugün ekolojide, ekonomide, sosyal yaşamda, politika olduğu kadar manevi yaşamda da yaşanan bütün krizlerin anası “birlikte yapma”nın istismar edilmesi, sakatlanması, engellenmesi, böylece bütünsel aktörün hareketinin bozulmasıdır. 

O nedenle bütün bu krizleri gidermenin, teknolojik ve ekonomik hızlanma ile sosyal dağılma ve durgunluk arasında büyüyen kronik uçurumu aşmanın yolu her alanda “birlikte yapma”ya dayalı tarzlar getirecek sosyal ve politik inovasyonları gerçekleştirmektir. Bu bağlamda genel olarak inovasyona yaklaşımın da değişmesi gerekiyor. Yeni teknolojilere, ürünlere, bilim ve eğitime yatırım yapmak aynı zamanda bu tür “birlikte yapmalar”ın örgütlenmesinin yeni nitelikli yollarının ortaya çıkmasına yatırım yapmayı gerektiriyor. 

Çünkü bireyin gerçekten birey ve topluluğun da bireylerinin toplamından fazla bir şey olabilmesi için birlikte yaşamak, birlikte çalışmak, birlikte düşünmek, birlikte tartışmak, birlikte karar almak, birlikte yönetmek — birlikte yapmak gerekiyor.

Mariarosaria Taddeo ile Luciano Floridi’nin 24 Ağustos 2018 tarihli Science dergisinde yayınlanan “Yapay zekâ nasıl iyilik için bir kuvvet haline gelebilir?“ başlıklı yazılarından alınan aşağıdaki alıntı bu bakımdan çok çarpıcı:

Yapay zekâya dayalı karar ya da eylemlerin etkileri çoğu zaman tasarımcılar, geliştiriciler, kullanıcılar, yazılım ve donanım gibi birçok aktörün sayısız karşılıklı etkileşiminin sonucudur. Bu, dağıtık aktörlük olarak adlandırılıyor. Dağıtık aktörlükle birlikte dağıtık sorumluluk da gelir. Mevcut etik çerçeveler ise bireysel insani sorumlulukla ilgilidir ve ödül ve cezaları bireyin eylem ve niyetlerine dayalı olarak tahsis ederler. Dağıtık sorumluluğa cevap vermek üzere geliştirilmiş değillerdir.“

Aynı olgunun bir başka görünümüne edge.org’taki bir tartışmada felsefeci Daniel Dennett işaret ediyor:

Şimdi büyük bilim insanından, bireysel akıldan uzaklaşıyor ve dağıtık anlayışla uğraşmaya başlıyoruz. Hiçbir tekil kişi sonuçları anlayamaz, anlama ekip olarak belirir. Bu iyi bir şey. Bu bilimin bütün yapısını değiştirir, aynı şekilde felsefenin de. Şimdi akıllı tasarımcı, ister bir teorinin tasarımcısı ister bilimsel bir modelin geliştiricisi olsun, artık bir roldür. Bu durumda Nobel ödülleri devam ettirilemeyebilir, örneğin.  

Görüş, ilgi, katkı ve çıkar farklılıklarının, çeşitliliğin varlığını kabul ettiğinizde kaçınılmaz olarak çoğulcu olursunuz. Hele şimdi aktörlüğün yalnızca ve yalnızca dağıtık ama gene de birlikte mümkün olabilir hale gelmesiyle çoğulculuk yeni bir önem kazanırken. Artık tam uyum ve amaç birliği aramak yerine tartışma, müzakere yoluyla ortak kararlara ulaşmaya çalışırsınız. Elbette bu mutabakatlar geçici olmak durumundadır ama demokrasi şiddete başvurmadan bu tür mutabakatları mümkün kılmada denenmiş tek ve en iyi yoldur.  Öte yandan demokrasi de ancak bu tür mutabakatlar ve ortak mücadeleler yoluyla gelişip güçlenebilir.

Çokluk tekin içine sığmaz

Tekleşmeler

Bugün politik alanda, medyada, genel olarak düşünce hayatında çoğulculuktan uzaklaşıp tek fikir, tek teori, tek anlayış, tek parti ya da liderin iradesini dayatma çabaları güç kazanıyor. Görüş ve inanç çoğulluğu hatta kimlik çoğulluğu tanınmak istenmiyor. Çoğu yerde sadece farklı fikir ve görüşlerin değil dil, din, sınıf veya toplumsal cinsiyet farklılıklarının ifade edilmesi, hatta görünür kılınması bile egemen elitler tarafından engellenmek isteniyor.

Bu otoriterleşme ve totaliterleşme eğilimlerinin bir temeli derinleşen krizler ve yoğunlaşan eşitsizlikler karşısında egemen elitlerin artan çaresizliği. Bir diğer temeli de azami kâr dürtüsünün, dolayısıyla üretimcilik ve tüketimciliğin tutsağı haline gelmiş olan ekonominin hızlanan teknolojik gelişmeyle birlikte her alanda iyiden iyiye tekleştirici bir işleyiş kazanmış olması. İmalatta robotlaşma, tarımda monokültürleşme, imalat-ticaret-tarım-finans-teknoloji de aşırı tekelleşme ve oligopolleşme.

Egemen çıkarlar açısından bakıldığında önde duran tek gelecek: Tek düzen, tek değer, tek kültür, tek perspektif oluyor.

Çoğullaşmalar

Ne var ki merkezlerdeki bu tekleşme ve tekelleşme çabalarına Hayat çeperlerde daha çok çeşitlenerek, çoğullaşarak karşı koyuyor. Teknolojik gelişmeler tekleştirmeye olduğu kadar ister istemez çoğullaşmaya da yeni imkânlar tanıyor.

Ürün çeşitliliğinin artması yaşam tarzları, toplumsal cinsiyetler, kültürler ve düşünce akımlarının çeşitliliğinin artmasıyla atbaşı gidiyor. Egemen kesimler daralır ve tekleşirken çalışan kesimler çoğullaşıyor ve çeşitleniyor. Meslekler, çalışma tarzları çeşitleniyor. Yeni tarz artizan/zanaatkâr uğraşlar yaygınlaşıyor.

Tekleşme ve çoğullaşmaların girdabında

Son yirmi yıl içinde merkezlerde ve çeperlerde birbirine paralel gelişen bu iki süreç arasında sıkışan geleneksel merkez partiler (genellikle muhafazakâr sağ ve sosyal demokrat sol olarak adlandırılan partiler) giderek zayıfladılar ve güç kaybettiler, çoğu ülkede silinmeye yüz tuttular.

Bu ortamda küreselleşmenin tekdüze hale getirici kuvvetlerine karşı tabandaki değişik tepkilerden yararlanarak merkez partilerinin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışan, yeni-yerelciliğin ve yeni-milliyetçiliğin tehlikeli biçimlerini destekleyen bir tür yeni gericilik ortaya çıktı.

Benzer karşı tepkiler içinde boy atan yeni toplumsal hareketlere yabancı kalan geleneksel sol ve sosyalist partiler de merkez partileri gibi eridiler.  

Çokluğu tekin içine sığdırmak hiçbir durumda mümkün değildi.

Yeni toplumsal hareketler

Yeni toplumsal hareketleri yeni gericiliği destekleyen sosyal kesimlerin tepkilerinden ayırt eden üç ortak özellik var: diyaloga açıklar, bölücü değil birleştirici olmak istiyorlar ve hem ulusal hem de uluslararası düzeyde dayanışmadan yanalar. Bu hareketlerin katılımcıları özgürlüğü kendi bireysel ihtiyaçlarını sürekli vurgulamaktan çok dayanışma olarak görüyor.

Çalışanların yeni tarz mücadeleleri ortaya çıkmaya başlıyor – Fransa’da sarı yeleklerin, Amerika’da Amazon çalışanlarının, Türkiye’de moto kuryelerin, Hindistan’dan Latin Amerika’ya birçok yerde küçük çiftçilerin ve tarım işçilerinin yeni direnişlerini görüyoruz. Beyaz yakalı çalışanlar çok çeşitli biçimlerde yeni üretim ve çalışma, dayanışma ve yaşam tarzları deniyor, yaratıcı etkinlikler sergiliyorlar. Gezi yaşamaya devam ediyor.

Öte yandan son on yıllarda bütün dünyada iki hareket belirgin bir şekilde öne çıkıyor: kadın hareketi ve yeşil hareket. Her iki hareket de çeşitlilik gösteriyor, çoklu bileşenlerden oluşuyor, buna rağmen (belki de bu sayede) istikrarlı bir şekilde genişliyor ve güçleniyor.

Kadınlar

Kadınlar bugün insanlığın sosyal mücadeleler tarihinin yeni lokomotifi olarak öne çıkıyor. Bugün bütün eylemlerde geçmişten farklı olarak genç erkeklerden çok kadınlar en önde yer alıyor. Kadınların öne çıkmasına yalnızca kadın hakları için mücadelenin yükselişinde değil, çevre hareketinde, insan hakları ve demokrasi mücadelelerinde ve parlamentolarda ve hükümetlerde kadınların birçok yerde ön saflarda çok yaratıcı biçimlerde yer almaya başlamalarında da tanık oluyoruz.

Kadınlar her yerde, her coğrafyada, her sosyal kesimde varlar ve girmedikleri hiçbir alan, başaramadıkları hiçbir meslek, adım atmadıkları hiçbir faaliyet alanı kalmadı. Her yerde kendi rollerini artırmak istiyorlar. Ve çok cesurlar.

Bugün aynı zamanda kadın meselesinin kendi içinde diğer bütün temel sorunları barındırdığını, hepsinin iç içe geçtiği yoğun yumaklar oluştuğunu görüyoruz. Başka türlü söylersek, bütün hareketlerin yolları kadınlardan geçiyor.

Tarihin çağrısı

Bütün bunların temelinde feminen olanın özgüllüğü yatıyor.

Erkekler mühendisler gibidir, dışlarındaki dünyayı seyrederler, onu üzerinde çalışılacak bir nesne gibi görürler, her durumda onu yönetmek isterler, bütün konuşmaları dışlarındaki dünyayla ilgilidir, anlamı orada ararlar.

Kadınlar zanaatkârlar gibidir, işlerine bakarlar, inceliklere duyarlıdırlar, bütün konuşmaları yaptıklarıyla ilgilidir, anlamı hayatın içinde, onun bir parçası olmakta bulurlar.

Bruno Latour’un e-flux architecture’da yayınlanan “Production or Engendering?”

başlıklı yeni bir yazısında vurguladığı bir konu bu bakımdan çok aydınlatıcı:

Çalışma ve örgüt sosyolojisinin bulguları uzun zamandır bir otomobil montaj hattını ilerletmenin ya da bir siparişi tamamlamanın ne kadar çok mikro icat gerektirdiğini gösteriyor. Planlama ofisleri montaj hattında olan bitenin farkında olmayabilir ama işçiler montaj hatlarının ne kadar robotlaştırılmış olsa da kendi müdahaleleri olmadan birkaç dakikada bir tutukluk yapacağını çok iyi bilir. Daha genel olarak, meyvesini verene kadar hattın bir noktada her parçasında minik bile olsa bir inovasyonla yeniden başlatılması gerekir. Her türlü üretim, aslında içinde ve çevresinde yapılan bu tür sayısız müdahale sayesinde gerçekleşebilir.

Ne var ki sadece montaj hattı planlamacıları değil, “üretim sistemi” dediğimiz şeyin tümü işçinin üretim çalışmasının bu gerçek niteliğinin farkında değil, bunu görmezden geliyor. İşçinin sürecin her anında gösterdiği ihtimam, yaptığı bakım, asıl meydana getirme çabaları dikkate alınmıyor.

O yüzden bizim “üretim sistemi” dediğimiz şey her zaman onu mümkün kılan şeyin sadece bir parçasıdır ya da daha uygun bir sözcükle söyleyecek olursak, sistemin yaşayabilirliği her zaman olduğu gibi bugün de “hesaba katamadığı” bir şeye dayanıyor. Kısaca, gözle görülür üretimi mümkün kılan gözle görülebilir olmayan feminen emektir. O nedenle, “üretim sistemi” tanımı gereği, içinde gerçekleştiği koşulları görmezden gelen, hatta inkâr eden bir organizasyon biçimidir.

Aslında işçinin sürece kattığı bu ihtimam, özen, bakım yaşam formlarının meydana getirilmesinde de belirleyici esas aktör olan kadınsı, dişil, feminen olan’ın bir özelliğidir. Ve biz bu özelliği insanın (sadece kadınların değil erkeklerin de) yaşam formlarının ve onları besleyen ekosistemlerin meydana getirilmesine her katkıda bulunduğu yer ve anda görebiliriz. Örneğin, bebeği anasının rahminden çekip alıp havaya kaldırarak ilk nefesini almasını sağlayan ebe (isterse erkek bir kadın doğumcu olsun) birazcık daha az özen ve dikkat gösterse bebeği kolaylıkla elinden düşürüp ölümüne sebep olur.

Öte yandan “kadının fendi erkeği yendi” atasözünden de anlaşılabileceği gibi, erkek egemenliğine karşı mücadelede kadınlar yüzyıllar içinde deneme yanılma yoluyla çeşitli ustalıklar da kazanmışlardır. (Türk Dil Kurumu bu atasözünü şöyle yorumluyor: “Kadınlar erkeklere göre daha kurnazdır. Sergiledikleri çeşitli oyunlar üzerinden erkekleri alt edebilirler. Eğer mücadele gösterir ve sabırlı davranırlarsa, inatçılıkları ile her erkeği dize getirebilirler.”)

Gene de tarih boyunca kadınsı, dişil, feminen olan gözden düşürülmeye, uzak tutulmaya, unutturulmaya çalışılmış hatta zulümlere hedef yapılmış ve ekonomi sürekli erkekleşen bir şekilde geliştirilmiştir.

Bilgi ekonomisinin ağırlık kazanmasıyla hayatta aklın (ve derin düşüncelerin) yanı sıra duyguların da (düşünce kısa yollarının) belirleyici olduğunu öğrenmeye başlıyoruz. Erkeksi çalışma, yaşama ve var olma tarzının, adale ve mantık gücünün, imalat ve istihraç inovasyonunun rolü azalırken bakım, özen, ihtimam ve onarımdaki inovasyonların öneminin belirleyici hale gelmeye başladığını görüyoruz. Çalışma saatleri, ürün ağırlıkları ve boyutları, maddi bileşkenler gibi ölçülebilir (dolayısıyla değişim değeri hesaplanabilir olan) büyüklüklerin önemi azalırken, ölçülebilir olmayan (dolayısıyla piyasa değiş tokuşlarına elverişli olmayan) cisimsiz nitelikler ile ürünlerin konsept ve tasarım kalitelerinin —hem nesnel hem öznel olarak— esas ihtiyaç duyulur şeyler haline gelmekte olduğunu görüyoruz.

Pandemi döneminde tüm dünyada hayatları pahasına hastalar için kendilerini paralayan doktorundan hemşire ve teknisyenine kadar (çoğu kadın olan ve hemen hepsinin katkısı esasta kadınsı olan) sağlıkçıların emeğinin pahasını kim hesaplayabilir? 

İşte bütün bu nedenlerle: Tarih şimdi asırlardır “yok sayılan“, “ihmal edilen”, “bastırılan”,  kadınsı, feminen olanı artık hak ettiği yeri almaya çağırıyor. 

Öte yandan kadın haklarına ve kadın hareketine şiddetle karşı olmak son dönemde birçok ülkede yükselen yeni gerici, sağcı güçlerin en önemli ortak yanlarından biri. Yeni gericilik her yerde kadınların son yıllarda elde ettiği çeşitli hakları geri alabilmenin peşinde. Kadınların hareketlerinin kendilerinin budamaya çalıştıkları demokrasi, insan hakları ve çevre hareketlerinin katalizörü olacağının farkındalar. Buna karşılık politik yelpazenin solunda yer almak hemen her yerde kadın hareketinin destekçisi olmayı gerektiriyor.

Çevre hareketi

Sözünü ettiğimiz ikinci önemli çok bileşenli hareket olan çevre hareketinin en yeni bileşeni olan (ve gene genç bir kızın öncülüğünde başlayıp yaygınlaşan) “Cumaları Gelecek İçin” hareketi yüzden fazla ülkede farklı milliyetlerden, dinlerden, kültürlerden, sosyal sınıflardan on binlerce çocuğu birleştiriyor. Onlar kaderlerinin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu yaşayarak görüyorlar. Çünkü günümüzde iklim değişikliği her bakımdan giderek küresel çapta ve kolektif deneyimlenen bir olgu haline geliyor. O yüzden bu kadar küresel bir eylem daha önce hiç görülmemişti.

İlk başta çoğumuza tuhaf yerel hava değişiklikleri gibi gelen, sonra şurada alışılmamış çılgın bir sel burada öldürücü bir ısı dalgası gibi bir dizi bağımsız olay şeklinde cereyan eden küresel ısınmanın şimdi artık birleşik bir olgu olduğunu, aşırı hava olayları ile mevsimlerin bozulmasının bunun sadece birer unsuru olduğunu görüyoruz. 

O nedenle çevre hareketi bugün karbon salımlarının azaltılarak küresel ısınmanın en çok 1,5 ⁰C’de tutulmasından, hava, su ve toprağın yaşam formlarını destekleme kabiliyetinin bozulmasının önlenmesine, canlı türlerinin yığınsal yok oluşuna izin verilmemesine kadar çok kapsamlı hedeflere yöneliyor. Ulusal parlamentolardan uluslararası anlaşmalara kadar birçok platformda paylaşılan en temel küresel sorun haline gelmiş bulunuyor.

Çevre hareketi son tahlilde her türlü hegemonyaya karşı mücadelenin çözüm potansiyelini içinde taşımaktadır. İnsanın doğaya hâkim olamayacağı, onu kontrolü altına almasının imkânsızlığı kendini kabul ettirdikçe, insanın diğer insanlar üzerindeki hegemonyasının sürdürülemezliği de kendini kanıtlayacaktır. Kuşkusuz bunun tersi de doğrudur. Doğanın bir parçası üzerindeki tahakkümün azalması diğer parçalar üzerindeki tahakkümün de sarsılmasını getirecektir.

Çoğu devlet ve hükümet yöneticisinin Paris İklim anlaşmasının ve izleyen konferansların karbon salımlarının azaltılmasına ilişkin ortak kararlarını hayata geçirmekte ayak sürümesinin bir nedeni de bunun bilincinde olmaları olsa gerek.

Politik yelpazede yer alan güçler bugün çevre hareketi karşısında da kadın hareketi karşısındakine benzer bir farklılaşma gösteriyor. En sağda yeni gericilik iklim değişikliğini reddederek ya da görmezden gelerek küresel mücadeleyi baltalamaya çalışırken solda yeşiller etkili bir yer tutuyor ve en solda ise “Extinction Rebellion” gibi isyan hareketleri ortaya çıkıyor. ABD ve AB’de sol ve demokrasi yanlısı kesimlerde Yeni Yeşil Dönüşüm yaklaşımları güç kazanıyor.

Yeni gericilik

Öte yandan iklim değişikliğini hızlandıranlar ile insanları yerlerinde yurtlarında yaşayamaz hale getirip daha yaşanabilir yerlere göç etmek zorunda bırakanlar, işsizliğin ve gelir eşitsizliğinin artmasının sorumluları bir ve aynı zihniyetin temsilcileri: doğa üzerindeki tahakkümlerini, diğer insanlar üzerindeki tahakkümlerini ne pahasına olursa olsun sürdürmek isteyenler.

Bunların her yerde yeni gericilikten bekledikleri mevcut düzeni tehdit eden hareketlerin engellenmesi, bunları besleyen kaynakların (demokrasinin, insan haklarının, eleştirel medyanın ve eleştirel sosyal bilimlerin, genel olarak eleştirel düşüncenin) kurutulması. İşte, onun için de çok farklı ülkelerdeki yeni “güçlü adamlar” uygulama ve davranışlarında bu kadar birbirlerine benziyor.

Hazır çözümler yok

Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra politik algıda sosyal sorunun önemini yitirdiği, bunun yerine kimlik sorunlarının ağırlık kazandığı bir dönem yaşandı. Şimdi ise bunların karşılıklı olarak birbirlerini içerdiği, giderek iç içe geçtiği daha iyi görülüyor. Her sorunun sosyal sınıfsal bir temeli var ve her sorun kendini şöyle ya da böyle bir kimlik sorunu olarak ifade edebiliyor. Böylece sosyal hareketler kimlik talepleriyle, kimlik hareketleri sosyal sorunlarla bağdaşmaya başlıyor.

Sorunlarımız uzun dönemler boyunca birikmiş sorunlardır, tek bir anda, tek bir atılımla değil ancak uzun (ve gitgelli) süreçler içinde ve önceden belirlenmiş formüllere göre değil deneme yanılma adımlarıyla çözülebilecek sorunlardır. Sorunlar arasında çözüm önceliği aramak (aşamalar halinde düşünmek) kadar bunların tek başına yerel düzeyde çözülebileceğini sanmak da (milli veya yerli bloklar halinde düşünmek) çözümden çok yeni sorunlar getiriyor. Çünkü çoğu durumda evrensel (her alanı kesen) ve küresel (her ülkeyi kesen) sorunlarla karşı karşıyayız. Onun için bütün sosyal hareketlere eşit değer vermek ve bütün gezegensel aktörleri eşit olarak dikkate almak gerekiyor. 

Evet, hazır çözümler yok. Çözümün kuralları önceden verili ya da nesnel olgular veya standartlar olarak mevcut değil. Onun için höristik bir yaklaşımla mücadeleler, tartışmalar, müzakereler içinde yol alarak süreç içinde çözümleri kendimiz çıkaracağız. Çözümler bugün, buradan, bu birikimden türeyecek. Uluslararası ya da evrensel olanı da burada olanın içinden görecek ve bulacağız.

Politikanın amacı ve politik yelpaze

“İçimize çektiğimiz hava değil…”

Her canlı yüzlerce, hatta binlerce ilişkinin bir toplamıdır. İlk nefesimizden son nefesimize kadar bu ilişkiler sayesinde var oluruz. Her ilişki çevremizle bir değiş tokuş ilişkisidir. Alırız ve veririz. Nefes almaktan sevişmeye, beslenmekten eğlenmeye yaşamak çevremizle aralıksız değiş tokuş içinde olmaktır. Çalışmak da öyledir. Emek harcar bir şey yaparız, bir şey oldururuz. 

Yaşamak ve çalışmak için bedenimin organları kadar bedenimde içselleşmiş bir yaşam ve çalışma kültürüne de ihtiyacım vardır. Organlarımı kuşaklar boyu aktarıla ve değişe gelen genler bana sağlar, kültürümü de gene önceki kuşaklarla ve çağdaşlarımla olan dolaylı ya da dolaysız ilişkilerimden ve deneyimlerimden edinirim. Geçmişle olan ilişkilerim belleğimi oluştururken, gelecekle olan ilişkilerim hayallerim olur.

Bunun yanı sıra nefes alıp verebilmem, gözümü rahatça açıp kapayabilmem, ayaklarımın üstünde durabilmem ışığın, havanın ve suyun, emeğin ve bilginin akışlarına bağlıdır. Her birimiz bu akışların birer düğüm noktasıyızdır. Değiş tokuşlarımız ancak bu akışlar içinde gerçekleşebilir.

Bu şekilde her birimiz yüzlerce ilişki hattının benzersiz birer kesişme noktasını oluşturur. Uzayda üç boyutlu olarak sonsuza ve zamanda (belleğimdeki) geçmişe ve (hayalimdeki) geleceğe uzanan hatlardır bunlar.

Benim her bir ilişkim beynimle bedenimin geri kalan kısmı arasındaki ilişkilerden başlayarak en yakın çevrem üzerinden mahallem, şehrim, ülkeme, giderek tüm evrene kadar uzanan bütün o dolaylı ve dolaysız ilişkilerin bir şekilde bir fonksiyonudur.    

Ayvalık’taki evinizin klimasının çalışabilmesi için ülkenin neresinde olduğunu bile bilmediğiniz bir elektrik santralindeki insanların emeğine, o santralin orada elektrik üretebilmesi için de Sibirya’nın neresinden geldiğini bilmediğiniz (yüz milyonlarca yıl öncesinden kalma bir fosil yakıt olan) doğal gaza ihtiyacınız vardır. 

İstanbul’da, Kadıköy Koşuyolu’nda, parkın orada doğrudan soluduğum havanın sıcaklığı, nem oranı, taşıdığı parçacık ve bakteri/virüs miktarı yalnızca Dilovası’ndaki fabrikaların zehirleyici kimyasal atıkların değil, ta okyanus ötesi diyarların birinde erimekte olan buzulların da etkisiyle bir şekilde orantılıdır.

Onun için, Ülkü Tamer’in eşsiz mısraından esinlenerek, pekâlâ “İçimize çektiğimiz hava değil, evrendir” diyebiliriz.

Nasıl ilişkiler?

Evren biteviye hareket eden, değişen bir sistemdir. Onu oluşturan aktörler de öyle: Cansız varlıklar, insan-olmayan canlılar ve insanlar. Evren aslında bunlar arasındaki ilişkilerden (yani değiş tokuşlardan) oluşur.  Bunlar eşit ve özgür değiş tokuşlar ise, karşılıklılığa dayanıyorsa, karşılıklı varlık koşullarını besliyorsa evren pürüzsüz işleyen bir sistem olarak var olur. Pürüzsüz işleyiş aktörler arasında rezonans olması, akış ve salınımların titreşim hızlarının birbirini tutması demektir. Rezonans, sonucun parçaların toplamından daha fazla bir şey olmasını getirir. Evrenin düzeni budur. Bu sayede milyarlarca yıldır vardır ve milyarlarca yıl daha var olacaktır.

Bugün insanlar arası sosyal, ekonomik ve politik ilişkiler, toplumsal cinsiyetler arası ilişkiler, devletler arası ilişkiler, insanlarla diğer canlılar, hayvanlar ve bitkiler arasındaki ilişkiler, nehir ve göllerle, denizlerle, yerin altı ve üstüyle, atmosferle olan ilişkilerimiz, insanlarla makineler arasındaki ilişkiler— hemen hepsi bozuk ve giderek daha çok bozuluyor. Bütün ilişki sistemleri bozulmuş, çarpılmış durumda. O yüzden hemen her şey her yerde arıza veriyor.

Bizim kim olduğumuz dışımıza doğru olanlarla ilişkilerimizle ilgilidir, diğer kişilere, mekânlara, eşyalara olan yaklaşımımızla, dışımızdaki dünyaya gösterdiğimiz tepkilerle bağlıdır. O nedenle soru her zaman, “yerel düzeyden küresel düzeye kadar insanlar arasındaki, insanların dış dünyayla, insan olmayan hayvanlarla ve cansız maddeyle ilişkileri nasıl olmalı” sorusudur.

Eşit değiş tokuşların bozulduğu, alınanın verilenden daha fazla olduğu yerde ise titreşim hızları arasında fark oluşur, rezonans tutturulamaz olur. Bu da gürültü ya da parazit demektir. Sistem arıza vermeye başlar. Rezonans, frekans eşitliği ancak eşit ilişkiler söz konusuysa mümkün olur. Tarafların söz konusu ilişkide aldıkları ile verdikleri eşitse mümkün olabilir. Eşitlik demek eşit ilişkiler içinde olmak demektir. Eşit ilişki demek ilişkinin sonucu olarak her iki tarafın da sağlığının (fiziksel, ruhsal, varoluşsal sağlığının) bozulmadığı, tersine iyileştiği ilişkiler demektir. İnsan topluluğunun bir üyesi olarak bireyin eşitliği öteki cins ile, diğer mesleklerden, dinlerden, etnik kökenlerden, farklı kültürlerden insanlarla olan ilişkilerinin eşit ilişkiler olması demektir. Bu farklı bireylerin oluşturduğu insan toplulukları arasındaki ilişkilerin eşitliği demektir. Yeryüzünün bir parçası olarak insanın eşitliği kendisinin ve üyesi olduğu toplulukların diğer insanlarla, insan-olmayan diğer canlılarla ve cansız doğayla olan ilişkilerinin eşit ilişkiler olması demektir.

Aynı şekilde özgür akışların her engellenişi yeni bir arıza demektir. İnsan topluluğunun bir üyesi olarak bireyin özgürlüğü emeğin (canlı ya da birikmiş emeğin) ve bilginin (fikirlerin ve kültürel mirasın) engelsiz akışı demektir. Yeryüzünün bir parçası olarak insanın özgürlüğü ışık, hava ve suyun, bilgi ve enformasyonun engelsiz akışı demektir. O nedenle evrende canlı varlıkları ayakta tutan ekosistemler eşit ilişkilerin ve özgür akışların pürüzsüz bir aradalıkları olarak var olur ve gelişirler. Doğa Hayat’ı böyle yaratır ve çoğaltır.

Insani olan kusurludur

Burada çizilen tablo her birimizin kaderinin kendi donanımı ve yakın çevresindeki koşullardan tüm gezegenin sağlığına kadar varoluşun canlı cansız tüm aktörleriyle kopmaz bağlar içinde olduğunu görebilmemizi sağlar. Bu durumda ailemden, yakın komşularımdan, tüm yurttaşlarıma giderek tüm insanlara ve diğer tüm canlılara karşı sorumluluğum olduğunu görmezden gelmem mümkün değildir. Benim sağlığım kendimle olan ilişkimin ötesinde, insanlar gibi insan olmayan şeyleri de kapsayan daha geniş bir varlığın parçası olmamla bağlıdır. Onların sağlığıyla karşılıklı etkileşim içindedir. Mutluluğum da öyle.

Ne var ki insanın evrendeki varlığı daha ilk günden “arıza yaratan” bir aktör olmuştur. İnsan yaşamak ve çoğalmak için kafasında tasarladığı planlara göre evrende büyük ya da küçük her değişiklik yapmaya yöneldiğinde, tasarım ve uygulama ile gerçeklik arasında ortaya çıkan şu ya da bu ölçüdeki kaçınılmaz aykırılıklar ekosistemlerde arıza yaratır.

Evrenin ve doğanın bir planı, bir amacı yoktur, onlar oldukları gibi vardırlar. Sürekli değişim ve hareket içinde olan bir varoluştur bu. İşte insan belli bir amaca yönelik bir planla doğaya her müdahale ettiğinde ister istemez orada bir şeyleri bozar.

Çünkü insan gibi, insan yapısı şeyler de her zaman kusurludur. Düşünce gerçekliğin yansıması değildir. Bilim de her zaman yanlışlanabilir. Tasarım hiçbir zaman gerçekliği tam yakalayamaz. En derin insan düşüncesi bile gerçekliği hiçbir zaman tam olarak kavrayamaz.

İşte bu nedenlerle insan topluluklarıyla diğer canlılar da dahil doğa arasında ve insan toplulukları arasında hiçbir zaman ideal akışlar ve ideal rezonanslar, pürüzsüz bir varoluş mümkün olamaz. 

İdeal akış ve ideal rezonans durumu ancak ütopyaların, aynı şekilde sürekli arıza ve sürekli gürültü de distopyaların konusu olabilir.

İnsanlık durumunu her zaman bu iki uç arasında bir yerde olarak görebiliriz. Hep iki ucun şu ya da bu yerinde olmuşuzdur, hep de öyle olacağız. Hangi yana yakın konumlanacağımızı, yeryüzündeki yerimizi belirlemek bize kalmıştır. Aramızdaki mücadele ve işbirliklerinin konusu budur. O yüzden yukarıda evrensel (bütün alanları) ve küresel (bütün ülkeleri birbirine bağlayan ) sorunlar olarak tarif ettiğimiz sorunlar aynı zamanda tarihsel (bütün zamanları birbirine, bugünü geçmişe ve geleceğe bağlayan) sorunlardır.

Bütün politik akımları bu iki uç arasındaki yelpazede tuttukları yere göre değerlendirebiliriz. Bu bağlamda bu tablo bize aynı zamanda özgürlük ve eşitlik mücadelesinin yön ve hedeflerini belirlemede de yardımcı olur.

Politik farklılıkları söz konusu akım ya da güçlerin değiş tokuşlardaki eşitsizlikleri gidermekten, akışların önündeki engelleri temizlemekten (yaşam formlarının oluşumundaki arızaları gidermeye çalışmaktan) ne kadar yana ya da karşı olduklarında aramaya başlayabiliriz. Bir uçta ideal akış ve ideal rezonans durumuna olan, öteki uçta sürekli arıza ve sürekli gürültüye olan görece uzaklıkları ölçütümüz olabilir. Bu politik tayfın (continiumun) sol tarafına yaklaşanların çoğalmasına, sağ tarafına yakın duranların seyrelmesine yardımcı olmak da bize politik işbirliklerinin içeriğini verir. (Kadın ve çevre hareketlerini ve karşıtlarını da bu bağlamda daha iyi anlamlandırabiliriz.)

Böylece epeydir anlamsız hale gelmiş olan daha çok üretim ve bölüşüm temelli geleneksel sağ-sol yelpazesinin yerine işlevli yeni bir politik yelpaze düşünebiliriz. Bu tanımlamalar aynı zamanda politik akımların tercihlerini gözden geçirerek kendilerini 21’inci yüzyılın koşullarına uygun bir şekilde yenileyebilmesine de yardımcı olur.

Politikanın en kapsayıcı amacı

Politika bir bakıma her zaman duygularla bağlı olmuştur. Ne var ki “duygular insan davranışının kilit itici kuvveti iken, demokratik politik teori hep akıl ve mantıkla duyguları ehlileştirmeye odaklandı. Duyguların sosyal olarak inşa edildiğini yeterince dikkate almadı.“  Oysa “politik hayvanların saf akılcı olacağına inanmak tam bir fanteziydi.“

Böylece yeni gericiliğin kişi ve gruplara sunduğu, örneğin işsizlikle ya da göçmenler veya dış düşmanlarla ilgili sosyal ve politik anlatılar insanlarda korku ve nefretle yüklü duygusal deneyimler inşa edilmesinde rol oynayabildi. Demokrasi güçleri bunlara karşı büyük ölçüde etkisiz kaldı.

Birçok ülkede demokratik yapıların baskı altına alınarak arıza vermesiyle insanların metabolizmalarının artan stres altında arıza vermesi birbiriyle yakından alakalıdır. Depresif politik sistemler ile depresiv organizmalar karşılıklı birbirlerini koşullandırır. Aynı şey sağlıklı  sistemler için de geçerlidir. Manos Tsakiris bu bağlamda şunu söylüyor.

Bu açıdan yaklaşacak olursak, politikanın merkezine, temel fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşılamamıza, sosyal dünyanın bize kendimizi nasıl hissettirdiğine doğru bir şekilde müdahale etmemize ve ortaya çıkacak zorluklarla baş edebilecek fizyolojik ve zihinsel esneklikle donanmamıza imkân verecek şekilde bedenlerimizin belli bir ‘emniyet marjı’ içinde kalmasına izin verecek az çok emin bir dünya yaratmak hedefini koymalıyız.

Çünkü politik hayvanlar olarak biz insanlar en iyi, emniyet duygusunu korumamıza izin veren belli sınırlar içinde belirsizliklerle karşılaştığımızda—yani düzenle kaosun eşiğinde, biraz düzen biraz kaosun iç içe geçtiği durumlarda konumlandığımızda—serpilip gelişiriz.

Hannah Arendt, totaliter rejimler için en ideal bireyin “kendisi için olgu ile kurgu (yani gerçekliğin deneyimlenmesi) ve doğru ile yanlış arasında artık bir ayrım kalmayan” biri olduğunu yazmıştı. Bugün de yeni gericilik odaklarının tüm dünyada izlediği propaganda taktiklerinin esas olarak böyle bir durum sağlamaya çalıştığına tanık oluyoruz. Şimdi 21’inci yüzyılda soru insanların bugünün olgu ve kurguları arasında ayrım yapabilecekleri şekilde deneyimin gerçekliğini hissetmesinin nasıl sağlanacağıdır.

Bu konuda belirleyici olacak mücadele metafor ve imgelerin—insanları birbirlerinden ve doğal olandan ayrılmaya itecek kadar etkili metaforlar karşısında onları bir araya gelmeye yöneltecek kadar çekici metafor ve imgelerin—gücüyle ilgilidir. Regis Debray’in bir keresinde dediği gibi, “Sosyal bağlar sembolleri değil, semboller sosyal bağları yaratır.”

Politika son çözümlemede bedenlerimizin kendilerini emniyette hissetmesini sağlamalıdır. Kaldı ki teknolojinin sosyal gelişme tarafından bastırılan nihai amacı da korkunun ortadan kalkması, hayatın huzura kavuşması ve tadının çıkarılması, bu ihtiyaçların karşılanması değil midir?