Çağ Yangınını Çağ Baharına Dönüştürebilmek

“Eller günahkâr, diller günahkâr.

Bir çağ yangını bu, bütün dünya günahkâr.

Masum değiliz hiçbirimiz.”

1989 ilk başta insanlık tarihinde yeni bir dönüm noktası olarak karşılandı. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sonuçlanan Doğu Avrupa’daki gelişmeler, bir “liberalizm ve demokrasi devrimi” olarak adlandırıldı. Hatta kimileri bunu, aceleyle “insanlık tarihinin sonu” olarak değerlendirdi; insanlığın önünde artık liberal devletten ve serbest piyasadan öte gidecek köy kalmamıştı. Solun ve sosyalizmin artıklarının ortadan kalkmasıyla, her şey yavaş da olsa yoluna girecekti.

Oysa, sosyalizm sadece kapitalizmin sorunlarına alternatif bir çözüm projesiydi. Çözümün iflas etmesi, söz konusu sorunların ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Sonradan görüldü ki, 1989 aynı zamanda Batı ekonomilerinin içine girdiği yeni ve uzun bir resesyon döneminin başlangıç yılıydı. Bu resesyonun 1995’de sona ereceğini söyleyenler var, ama herkes liberal ekonomilerde işsizliğin artık yapısallaştığında hem fikir görünüyor.

1988’de kimse, sosyalizmin bir-iki yıl içinde kesin iflas bayrağını çekeceğini beklemiyordu. 1989’da da kimse bir-iki yıl içinde Yugoslavya’nın bir kan gölüne döneceğini, Kafkaslar’da halkların birbirini boğazlayacağını, Rusya’da Jirinovski adlı bir demagogun bu kadar oy alacağını beklemiyordu. Sosyalistler kapitalizme alternatif yeni ve farklı sosyalizm projeleri arar, liberaller böbürlenerek ortada dolaşırken, barbarlık ve yabancı düşmanlığı yeniden hortlayıvermişti.

Öyle ki, bu tür gelişmeleri, 21. yüzyılın bir uygarlıklar çatışması yüzyılı olacağı şeklindeki tezinin doğrulanması olarak yorumlayan Samuel Huntington, sonunda, komünizme karşı zaferi liberal demokrasinin değil, milliyetçiliğin ve etnik farklılığın kazandığını yazdı. “Bir ideoloji olarak liberalizm de Marksizm-Leninizm’in ardından domino taşları gibi düşecektir… ABD’de dahi demokrasinin geleceği tehlikededir” şeklinde bir sonuca vardı.

Bu saptamada hakikat payı yok değil. Liberalizmle sosyalizmin kaderinin ortak olduğunu görebilmek için, onların tarihlerinin de ortak olduğunu, bir madalyonun, Batı sanayi uygarlığının ve modernizmin, farklı iki yüzünü temsil ettiklerini hatırlamak gerekiyor. İnsanlığın gelişmesi, şimdi bu uygarlık aşamasını geride bıraktığı için, bu somut tarihsel dönemin ürünleri olan, onun tarafından yoğrulmuş ve biçimlendirilmiş politik teori ve pratikler de, ne yeni sorun ve gelişmeleri aydınlatabiliyor, ne de yeni eğilimlere uygun vizyonlar ve çözüm önerileri ortaya koyabiliyorlar.

Eriyip giden, tükenen modernizmin yerine post-modern (modernlik sonrası) politikalar konamadığı için de, ortaya çıkan boşluğu pre-modern (modernlik öncesi) ideoloji ve uygulamalar doldurmaya çalışıyor.

Kuşkusuz, kimse dinozorlaşmak istemiyor. Değişim herkesi etkiliyor. Herkes değişimi kucaklamak istiyor. Ama düşünce ve davranışlardaki atalet o kadar etkili ki, eskinin kalıplarının dışına bir türlü çıkılamıyor. Liberal ve sosyalist politikacılar ve devlet adamları hâlâ devasa beton-çelik-kömür yığınları, dev fabrikalar, büyük ordular, homojen sınıflar, birleşmiş uluslar, ulus-devletler, monolitik partiler, merkeziyetçi ve hiyerarşik örgütler, tekeller ve tröstler uygarlığının matrisleriyle hareket etmekten kurtulamıyorlar. Oysa bunlar artık erime sürecine girmiş olgulardır.

Tarih, ne düz bir ilerleme çizgisine sahiptir, ne de her yükselişi bir çöküşün izlediği çevrimsel bir gidişe. Tarih, insanlar onu nasıl yaparsa, öyle gelişiyor. Şimdi ise, tarihin gidişini insan iradesinden çok değişimin artan hızı belirliyor. İnsanlık, otomatik pilota bağlanmış bir uçak gibi belirsiz bir geleceğe sürükleniyor. Açık ki, tarihi yeni bir tarzda yapmaya başlamamız gereken kritik bir dönemdeyiz. Dünya ve ülke politikasının asıl sorunu budur.

Liberalizm ve sosyalizm, geçmişte özgürlük ve eşitlik gibi insanlığın iki büyük hasletine seslenerek onun en iyi yanlarını harekete geçirdiler. Dünya çapında etkileri oldu. Bütün bir modernizm çağının bize bıraktığı, elimizdeki olumlu hemen her şey, bu ikisinin ve karşılıklı etkileşiminin ürünüdür. Ama iki şeyi başaramadılar: Devletlerin yalnızlığına son veremediler ve Batılı olmayan uygarlıklarla tam bir uyum sağlayamadılar.

Dün, bu belki fazla bir sorun değildi. Ama şimdi öyle mi? Ekonominin ve iletişimin ışık hızıyla globalleştiği ve hiçbir ayrım yapmadan bütün insanlığı yok etmekle tehdit eden ekolojik ve nükleer tehlikelerin arttığı koşullarda, devletlerin yalnızlığı ve kültürlerin kopuşması tam bir çağ yangınını davet ediyor.

Demek ki, şimdi özgürlük ve eşitlik kavramları yeniden tanımlanmak ve kültürler, devletler, sınıflar, gruplar, hatta tek tek bireyler arasındaki karşılıklı bağımlılık olgusu üzerinde yükselmek durumunda. “Biz ve ötekiler” ayrımını önemsizleştiren; bir yandan kendi kültürünün, etniğinin, politik organizasyonunun, sınıfının, grubunun ve kendi bireyselliğinin en derin potansiyellerine uzanırken, bir yandan da bütün bunları aşan, bunların üstünde bir değer taşıyan, insanlığın ve doğanın ortak yazgısının sorumluluğuna sahip çıkan bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Global olarak geçerli bir değerler kümesine yönelmek gerekiyor. Geçmişin düşman kardeşleri, liberalizm ve sosyalizm, yeni bir politik teori ve pratiğin dayanacağı zengin bir deneyim oluşturuyor. Ama yeni dönemde bunlar ancak yeni bir bağlam içine oturtulabilirse, değerlerini bize sunabilirler.

Böylesi yeni bir yaklaşımı, ne sağ-merkez-sol gibi doğrusal bir politik yelpazeye, ne de liberalizm- muhafazakârlık-sosyalizm gibi üçgensel bir politik yelpazeye sığdırabiliriz. Yeni politik yelpaze, herhalde çok boyutlu, çok paradigmalı bir yelpaze olacak. Emek, sermaye ve bilginin çıkarları, ulus-devletle globalleşmenin ilişki ve çelişkileri, ulusal zenginlikle global yoksulluğun dengelenmesi, insan toplumuyla doğanın çelişki ve uyumu, erkek ve kadın rollerinin karşılıklı ilişkisi ve bireyin otantikliği gibi bir dizi koordinata göre yön saptamak gerekecek. Ve tarihte ilk kez politika ile ahlakın uyumu ciddi şekilde sorgulanmaya başlayacak.

Adını nasıl koyarsanız koyun, denememiz gereken, insanlığın iyi yanlarıyla rezonans kurabilecek böylesi yeni bir yaklaşımdır.

Bunu denersek, belki çağ yangınını bir çağ baharına dönüştürebiliriz. Denemezsek, bizi bekleyen, kesinlikle barbarlıktır. İnsanlık bunu gerçekleştirebilecek kadar kötü yanı yeterince biriktirmiş görünüyor.

Pazar Postası, 22 Aralık 1994

“Gazze’deki Uzun Savaş”

Harvard Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nin kıdemli araştırma görevlilerinden Sara Roy’un New York Review of Books dergisinde 19 Aralık 2023’te yayınlanan “Gazze’deki Uzun Savaş” başıklı yazısından çıkarılmış notlar:

İsrail’in amacı Hamas’ı yenilgiye uğratmaktan ziyade -ki bu her halükarda imkânsız- uluslararası bir kınama ya da yaptırım olmaksızın Filistinlileri Gazze’den kovmak.

Israel Hayom gazetesine, Başbakan Benjamin Netanyahu’nun “Gazze Şeridi’ndeki Filistinli vatandaşların sayısını mümkün olan en aza indirmeye” çalıştığını ortaya çıkardı.

Gazze’ye yönelik mevcut yıkıcılık, zaman içinde giderek daha şiddetli biçimler alan bir sürecin son aşamasıdır.

1967’de Gazze Şeridi’ni işgal etmesinden bu yana geçen elli altı yıl içinde İsrail Gazze’yi İsrail ve Batı Şeria ile siyasi ve ekonomik olarak bütünleşmiş bir bölgeden izole bir yerleşim bölgesine, işlevsel bir ekonomiden işlevsiz bir ekonomiye, üretken bir toplumdan yoksul bir topluma dönüştürdü. Aynı şekilde Gazze sakinlerini siyaset alanından uzaklaştırdı ve onları milliyetçi bir iddiaya sahip bir halktan, çoğunluğu geçimlerini sağlamak için bir tür insani yardıma ihtiyaç duyan bir nüfusa dönüştürdü.

Gazze’deki şiddet, şu anda olduğu gibi sadece ve hatta öncelikli olarak askeri bir mesele değildi. Suya ve elektriğe erişmek, çocuklarını beslemek, iş bulmak, okula güvenli bir şekilde gitmek, hastaneye ulaşmak, hatta sevilen birini gömmek için verilen mücadele şeklindeydi. On yıllardır Gazze’deki Filistinliler üzerindeki baskı çok büyük ve amansız. Verdiği zarar – yüksek düzeyde işsizlik ve yoksulluk, yaygın altyapı yıkımı ve diğer faktörlerin yanı sıra su ve toprağın tehlikeli kirlenmesi de dahil olmak üzere çevresel bozulma – kalıcı bir durum haline geldi.

Gazze, tarihsel olarak Filistinlilerin işgale karşı direnişinin merkezi olmuştu.

İşgalin başlangıcından itibaren, ülke liderleri, bir Filistin devletinin kurulmasını engellemek için Gazze’nin pasifize edilmesi gerektiğini benimsediler – birincil hedefleri – ve Batı Şeria’yı ilhak etmeleri durumunda karşılaşacakları Filistin direnişini en aza indirdiler. İşgalin ilk yirmi yılında, 1967’deki Altı Gün Savaşından Birinci İntifada’nın başlangıcına kadar, tercih ettikleri taktik Gazze’nin ekonomisini kontrol etmekti.

Gazze ve Batı Şeria’dan 100.000’den fazla Filistinli İsrail’de çalışıyordu. Birlikte ele alındığında, bu iki bölge ABD’den sonra İsrail’in en büyük ikinci ihracat pazarıydı. Filistinliler istihdam ve ticaret için büyük ölçüde İsrail’e bağımlı hale geldiler.

Birinci İntifada, bu pasifleştirme stratejisinin başarısız olduğunu açıkça ortaya koydu. İyileştirilmiş yaşam standartları artık özgürlüğün yokluğunu telafi edemezdi. Birinci İntifada’nın sonunu işaret eden 1993 Oslo Anlaşmaları ile İsrail politikası yavaş yavaş Gazze’nin ekonomisini düzenlemekten, Gazze ile İsrail ve Batı Şeria’daki ana pazarları arasında daha geleneksel ticareti ve işçi hareketini yasaklayarak zayıflatmaya ve ardından devre dışı bırakmaya yöneldi.

1991’in başlarında, Hamas roket fırlatmaya ve intihar saldırıları düzenlemeye başlamadan önce, İsrail, işçilerin Gazze’ye ve Gazze’den hareketini ve küçük ekonomisinin orantısız bir şekilde bağımlı olduğu ticareti kısıtlamaya ve periyodik olarak engellemeye başladı.

Filistinlilerin İsrail, Batı Şeria ve Gazze’de serbestçe dolaşması artık mümkün değildi. “Körfez Savaşı”, çoğunluk için serbest dolaşım ve azınlık için yasak durumunu tersine çevirmek için bir fırsat sağladı. O andan itibaren, işçiler, tüccarlar, tıbbi tedaviye ihtiyacı olan insanlar, işbirlikçiler ve önemli Filistinli şahsiyetler dahil olmak üzere belirli kategoriler için istisnalar yapılarak, tüm Filistinliler için sirbest dolaşım hakkının toptan reddi söz konusuydu.  Batı Şeria ve Gazze’ye odaklanan bir insan hakları grubu olan B’Tselem‘in belirttiği gibi, “Gazze’yi Batı Şeria’dan ayırmak da dahil olmak üzere dünyanın geri kalanından izole etmek, uzun süredir devam eden İsrail politikasının bir parçasıdır.”

1994’te İsrail, Gazze’nin çevresine bir çit inşa etti. 2000 yılında İkinci İntifada patlak verdiğinde, Batı Şeria’da yüksek öğrenim görmeleri yasaklanan öğrenciler de dahil olmak üzere Gazzelilere seyahat kısıtlamaları getirildi. “Gazze sakinlerinin aile ziyaretleri veya eşleriyle yeniden bir araya gelme amacıyla İsrail’e girişi yasaklandı.”

2005’te İsrail, tüm yerleşimlerini ve askeri güçlerini çekerek Gazze Şeridi’nden “ayrıldı”. İsrailli yetkililer o zamandan beri bunun ülkenin Gazze’deki işgalini resmen sona erdirdiğini savunuyorlar. Ancak uluslararası hukuka göre İsrail, Gazze’nin sınırları (Mısır’ın kontrol ettiği Refah hariç), deniz erişimi, hava sahası ve nüfus kaydı üzerinde “etkili kontrol” sürdürdüğü için işgalci olmaya devam ediyor.

Bütün bunların sonucunda zamanla, hem politika yapıcıların Gazze Şeridi ve Batı Şeria’yı tek bir varlık olarak ele alacak bir siyasi çözüm tasavvur etmeleri hem de Filistinlilerin kendilerine ortak bir gelecek hayal etmeleri daha da zorlaştı.

İsrail politikasının bir diğer önemli etkisi de (Hamas’ın 2007’de iktidara gelmesinden sonra daha belirgin hale geldi), işgali uluslararası meşruiyeti olan siyasi ve yasal bir mesele olmaktan çıkarıp silahlı çatışma kurallarının uygulandığı sınırlar konusunda bir anlaşmazlığa dönüştürmesiydi. İsrail, Gazze ile olan ilişkisini, son on yedi yılda Gazze’ye başlattığı sayısız ölümcül saldırının kanıtladığı gibi, işgalden savaşa dönüştürdü. Gazze sadece Hamas ile özdeşleştirildi ve düşman bir yabancı varlık olarak muamele gördü.

ABD’li yetkililerin Kasım 2008’de Tel Aviv’den “Gazze’ye yönelik genel ambargo planlarının bir parçası olarak” diye bildiriyordu, “İsrailli yetkililer … Gazze ekonomisini uçurumun kenarına itmeden çöküşün eşiğinde tutmak niyetinde olduklarını defalarca dile getirdiler.” Daha spesifik olarak, “insani bir krizden kaçınma ile tutarlı olarak bölgenin mümkün olan en düşük seviyede işleyişini sürdürmeyi amaçlıyorlar.”

Mevcut çatışmanın arifesinde Gazze’de işsizlik yüzde 46,4 seviyesindeydi. (2000 yılında, ablukadan önce, yüzde 18,9 idi.) Nüfusun yaklaşık yüzde 65’i gıda güvensizliği yaşıyordu, yani beslenme ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli besleyici gıdaya güvenli bir şekilde erişemiyordu, yüzde 80‘i ise ailelerini beslemek için bir tür uluslararası yardıma ihtiyaç duyuyordu.

Bu politikanın belki de en çarpıcı sonucu, Gazze’deki Filistinlilerin ulusal, siyasi ve ekonomik haklara sahip bir topluluk olmaktan çıkıp insani bir soruna dönüşmesi oldu. Gazze’de ilerleme değil, sadece rahatlama yaşanabilirdi.

2008’de yayınlanan bir Dünya Bankası raporunda, “Batı Şeria ve Gazze artık neredeyse tamamen bağlantısız durumda” deniyordu ve “Gazze, potansiyel bir ticaret yolu olmaktan duvarlarla çevrili bir insani bağış merkezine dönüşüyor.”

Yakın zamana kadar amaç, açlık gibi büyük ölçekli bir felaketi önlemekti. Şimdi bu hedef de aşıldı. Son on haftadır, bir haftalık “insani duraklama” dışında, Gazze tam bir abluka altında; İsrail, diğer kritik ihtiyaçların yanı sıra yakıt girişini fiilen durdurdu ve gıda girişini kısıtladı. Saldırının başlarında İsrail ordusunun uyarılarının ardından Gazze Şeridi’nin güney kesimine taşınmayı reddeden Filistinlilere , “terör örgütünün suç ortağı olarak tanımlanabilecekleri” söylendi. Ölçü artık açlık değil ölümdü. “Hala hayattayım,” Gazze’deki arkadaşlarım için yaşam ölçüsü haline gelmiştir.

2016’da Gazze’ye yaptığım son seyahatte oradaki bir arkadaşım ve meslektaşım bana şunları söyledi: “İnsanlar dünyaya girmekten korkuyor ya da ancak silahla savunma amaçlı giriyorlar. Dünyaya olan açıklığımız daralıyor ve giderek daha fazla insan Gazze’yi terk etmekten korkuyor çünkü yıllarca hapiste kaldıktan sonra hapishaneden serbest bırakılan bir mahkum gibi dış dünyayla nasıl başa çıkacaklarını bilmiyorlar.”

Fanatik düşünce, dış gruplara karşı bir kızgınlık anlatısına dayanır. Buna iki yoldan karşı çıkılabilir.

Paul Katsanna  

Aeon/Psyche     18 Aralık 2023

Fanatizm tam olarak nedir? Üç temel özellik vardır. Birincisi, fanatizm bir kimliğe veya davaya tutkulu bir bağlılık içerir: fanatik,  amacını gerçekleştirme arzusuyla yanar, ona karşı çıkanları küçümser ve benzer düşünen başkalarının varlığında coşkulu bir sevinç yaşar. İkincisi, fanatikler dogmatik olarak, inatçıdır, fikirlerini değiştirmeye dirençlidirler. Bir fanatiği, bazı makul itirazlar sunarak veya görüşlerindeki tutarsızlıklara işaret ederek davasından vazgeçmeye ikna edemezsiniz. Son olarak, fanatikler amaçlarını güvence altına almak için aşırı yöntemlere – şiddet, yıkıcılık, sosyal düzenin altüst edilmesi – başvurmaya isteklidir. Bunu yaparken, genellikle kendi hayatlarını veya başkalarının hayatlarını riske atarlar.

Tabii ki, insanlar her türlü nedenden dolayı adanmış, dogmatik ve aşırı olabilir. Bu eğilimlerin bazılarını kendimizde bile fark edebiliriz. Peki bu taahhütler fanatikler için nasıl farklılık gösteriyor? Ne de olsa, kişi fanatik olmadan da tutkulu bir siyasi aktör olabilir. Hayatını yolsuzlukla mücadeleye, ırkçılıkla mücadeleye veya çevreyi korumaya adayan kişinin fanatik olması gerekmez. Bu nedenle, bir kişinin fanatik olup olmadığını belirleyen sadece bir davaya olan bağlılığının gücü olamaz. Başka bir şey söz konusu olmalı.

Fanatikler kesindir, tıpkı sizin ya da benim en değerli değerlerimiz konusunda emin olabileceğimiz gibi. Ancak Nietzsche, fanatikler için bu kesinliğin mutlaka gerekli olduğunu savundu; bu bir kendini koruma mekanizmasıdır; ve zaman zaman kendimizde de fark edebileceğimiz bir eğilimdir: birisi eşinin, aksi yöndeki tüm kanıtlara rağmen kendisine sadık olduğuna inanmaya devam eder; sürekli başarısız olan bir aktör bir gün mutlaka başarılı olacağına inanır. Benzer şekilde, fanatiğin temel bağlılığını koruması gerekir. Kendisi hakkındaki kavrayışı, davasını sabit, değişmez olarak kabul etmeye bağlıdır: kimliği kısmen davasına olan sarsılmaz bağlılığından oluştuğu için, davasını sorgulamak veya terk etmek, kimliğini sorgulamak veya terk etmekle aynı anlama gelir. Sağlam, güvenli bir benlik duygusuna sahip bir kişi belirsizliğe, muhalefete ve eleştiriye tahammül edebilir (sonuç olarak taahhütlerini değiştirmese bile). Fanatik bunu yapamaz. Nietzsche’nin yazdığı gibi: “Fanatizm, zayıf ve güvensizlerin ulaşabileceği tek ‘irade gücü’dür.”

Fanatizmi patolojik kılan, derin bir kırılganlıkla birleştiğinde, akıl yürütmenin etkilerine karşı dogmatik bir direnç içinde olmasıdır. Fanatizm bize, daha derin bir zayıflığı gizleyen kırılgan bir güç biçimi verir: bu ‘güç’ ancak olası tehditleri görmezden gelerek, bastırarak veya yok ederek korunabilir. Herhangi bir tehdidin ‘parçalanmaya ve dağılmaya’ yol açacağını kabul eden fanatiğin kendini belirsizliğe karşı körleştirmesi gerekir: “Pek çok şeyi görmemek, hiçbir şeyde tarafsız olmamak, baştan sona taraf olmak, tüm değerlere katı ve gerekli bir perspektiften bakmak – böyle bir insan sadece bu koşulda var olabilir.”

Fanatizmin ne olduğunu anladığımızda, nasıl yayıldığını ve ona karşı nasıl mücadele edeceğimizi açıklamak için daha iyi bir konumda oluruz. Nietzsche, belirli anlatı türlerinin büyük bir güce sahip olduğunu savunur: anlatılar bizi değiştirebilir, kim olduğumuzu dönüştürebilirler. Ve fanatik yaratmak için mükemmel olan bir tür anlatı varsa, o da kızgınlık anlatısıdır – bu, fanatiğin benzersiz kırılgan gücünü teşvik eden ve besleyen güçlü bir hikâyedir.

Kızgınlık anlatıları, kişinin tüm sorunlarının ve zorluklarının dünyanın sayısız belirsizliğine veya kişisel hatalarına değil, biz ve onlar şeklindeki basit ikiliklere bağlandığı bir yaşam resmi çizer. Bu anlatıların en temel biçimi şudur: Bir grup size haksız yere zarar verdiği için acı çekmektesinizdir. Amerika’daki Proud Boys adlı hareket, feminizmi ve liberalizmi erkeklerin hayatlarını mahveden yıkıcı güçler olarak görüyor; IŞİD üyeleri, dünyanın bozukluklarını yalnızca kendi öğretilerini inkâr edenlere karşı kıyamet savaşının düzelteceğine inanıyor. Bu tür anlatılar, bir dış gruba karşı totalleştirici, olumsuz bir yönelimi teşvik eder. Sorunlarımızın sorumlusu olarak belirlenenlerden nefret etmemizi söylerler. Anlatıyı kabul edersek, suçu doğrudan bir dış grubun omuzlarına yükleyerek zorluklarımız ve başarısızlıklarımızla ilgili kişisel sorumluluğumuzu ortadan kaldırmış ve haklı çıkmış oluruz. Son olarak, bize kolayca ulaşılabilir bir hedef sunarlar: bizi ezen dış gruba düşmanlık ve saldırganlıkla karşılık vermek. Bugün IŞİD’in, El Kaide’nin, Neonazi internet sitesi Stormfront’un, beyaz milliyetçiliğin tüm çizgilerinin yanı sıra diğer fanatik grupların itici felsefeleri, kızgınlık anlatısı biçimini alıyor.

Kızgınlık anlatıları güçlüdür çünkü duygusal olarak tatmin edicidir ve kimlik sağlarlar. Fanatiklerin güçsüzlük, hoşnutsuzluk ve huzursuzluk duygularını dışa, başkalarına karşı saldırgan tepkilere kanalize edilebilecek, kaynayan, nefret dolu bir kızgınlığa dönüştürmelerini sağlayarak duygusal tatmin sunarlar. Ve kimlik sağlıyorlar, çünkü fanatiğe olumsuz bir şekilde de olsa kendini tanımlamanın bir yolunu veriyorlar: fanatik için en önemli şey reddettikleri, küçümsedikleri veya korktukları şeydir. Kızgınlık anlatısı şöyle der: bu dış grup kötüdür ve siz kendinizi onun gibi olmayan olarak tanımlayabilirsiniz.

Bu, hiçbir çözüme izin vermeyen kalıcı bir çatışma durumu yaratır. Eğer kimliğiniz ve benlik duygunuz tümüyle şikâyetlerinizle bağlantılıysa, sizi bir dış gruba karşı muhalefetinizde bu dış grupla ilgili herhangi bir sorunu gerçek bir şekilde ele almaya motive edebilen bir şey hiç olabilir mi? Çatışmayı ortadan kaldırmak, kim olduğunuza dair duygunuzu söndürür. Yeni çatışmalar, yeni şikâyetler, yeni savaşlar bulmanız gerekecektir. Muhalefetiniz böylece sabit bir nokta, terk edemeyeceğiniz bir şey haline gelir. Gerçekten de, siyasi ve sosyal gelgitler arttıkça, söz konusu fanatik gruplar yeni tehditler belirliyor, şikâyet listelerini uyarlıyor ve yeni düşmanlar ve algılanan aşağılamalar saptayarak çatışmanın hız kesmeden devam etmesini sağlıyorlar.

Bu güçlü, zarar verici kızgınlık anlatıları, yayılma ve bulaşma konusunda neredeyse sınırsız bir potansiyele sahiptir – hele bugünkü, sosyal medya ve internet iletişiminin, hoşnutsuz bireylerin bu anlatıları bulmasını ve onlara tutunmasını çok kolaylaştırdığı koşullarda. Ancak kızgınlık anlatıları fanatikler yarattığı gibi aynı zamanda bariz bir kontrol noktası da sağlarlar: bu tür hikâyelerin yayılmasını engelleyerek, fanatizmin yayılmasını yavaşlatabilir veya önleyebiliriz. Elbette bunu söylemek yapmaktan daha kolay; bu kimlik sağlayıcı, duygusal olarak tatmin edici hikâyeler insanlara olunacak ve uğruna savaşılabilecek bir şeyveriyor. Kendini köksüz, amaçsız, yönsüz hisseden insanlar; memnuniyetsiz, hoşnutsuz, kederli insanlar; hayatlarını başarısızlıklarla dolu olarak gören insanlar; bu insanlar daha fazlasını istiyor. Bunlar tam da kızgınlık anlatısının sağladığı şeyi arzularlar: amaç, yön, istikrar, haklı bir benlik anlayışı.

Ancak Nietzsche bize fanatizme karşı savaşmanın bir yolunu da sundu, bize onun yayılmasına nasıl mücadele edebileceğimizi ve yeni fanatiklerin ortaya çıkmasını nasıl önleyebileceğimizi gösterdi. İlk olarak, kültürümüzde ortaya çıkan kızgınlık anlatılarını istikrarsızlaştırabiliriz. Alternatif olarak, ilk etapta kızgınlık anlatılarını çekici kılan koşullarla savaşmaya çalışabiliriz.

İlk stratejiyi izleyen Nietzsche, kızgınlık anlatılarının rasyonel bir temelden yoksun olması ve esas olarak adanmışlarının ateşinden güç alması nedeniyle, kültürel akışlar içindeki bir değişimle zayıflayabileceklerini savundu. “Uzun vadede, bu büyük gaye öğretmenlerinin her birinin kahkaha, akıl ve doğa tarafından mağlup edileceğine” inanıyordu. Başka bir deyişle, fanatik anlatılar yalnızca rasyonel itirazlarla zayıflatılamaz, ama rasyonel itirazları söz konusu anlatıları saçma, gülünç, komik ve insan doğasının önemli kısımlarına karşı olduğunu göstermekle birleştirdiğimizde (örneğin, bu anlatıların bazı temel motivasyonlarımız veya özlemlerimizle çeliştiğini göstererek) pekâlâ zayıflatılabilirler. Nietzsche, Hıristiyanlığın fanatik yönlerinin bu şekilde baltalanabileceğine inanıyordu: “modern çağda şimdi Hıristiyanlığa karşı belirleyici olan şey, artık aklımız değil, beğenimizdir” diyordu. Beğenideki bu tür değişikliklerin yayılabileceğini ve fanatizmin tüm türevlerini bozguna uğratabileceğini umuyordu.

İkinci strateji daha zordur, ancak Nietzsche’nin başarmayı en çok arzuladığı şey buydu. Nietzsche, basit, bütünleyici anlatılar ve istikrarlı, birleşik kimlikler için duyduğumuz özlemi tatmin etmeye çalışmak yerine,  kendimizi bu arzulardan kurtarmamızı söylüyordu. Bizi; kendini katılığa düşmeden nedenlere adayabilen, yaşamın belirsizliklerine ve hayal kırıklıklarına tahammül edebilen, kendini çok yönlü olarak gören ve kendini onaylama için bir zemini olan, varoluşsal olarak esnek özneler ─ özgür ruhlar olmaya çağırdı. Bunu yapmak için, belirsizliği ve müphemliği bir tehdit olarak deneyimlemekten vazgeçmemiz gerekir; kişisel başarısızlıklarımızın ve memnuniyetsizliklerimizin nedenlerini dışarıya yansıtmayı bırakmamız gerekir. Özgür ruh, “tüm inançlardan ve her türlü kesinlik arzusundan vazgeçebilir, kendisini önemsiz bağlar ve olasılıklar üzerinde sürdürmek ve uçurum kenarında bile dans etmek için alıştırmalar yapabilir.” Tehlikeyi tolere eden, belirsizlik tehdidi altında hissetmeyen ve basit ikiliklere düşmeden olumlu bir benlik anlayışını sürdürebilen özgür ruh, kendini doğrulamak için başkalarını olumsuzlamaya ihtiyaç duymaz. Nietzsche bunu başardığını düşünüyordu ve bizim de kendisini izleyeceğimizi umuyordu.

İki kitapta – evren, hayat ve doğum

1

Şimdiye kadar anlatılan en büyük hikâye

Biz evrenin merkezi değiliz ama hayat öyle.

.

Marcelo Gleiser      Big Think

Şimdiye kadar anlatılan en büyük hikâye kozmik hikâyedir, bu diğerlerini de içeren hikâyedir. 13,8 milyar yıl önce, Büyük Patlama dediğimiz, zamanın başladığı olayla başlayan bu destansı anlatıyı, titiz çabamız ve merakımız sayesinde ortaya çıkardık.

İnsanlık için bir manifesto

Günlük işlerimizle meşgul olmamıza rağmen, tüm bunları düşünmeyi neredeyse hiç zaman bırakmıyoruz. Ancak bu hafta çıkacak yeni kitabımda da tartıştığım gibi, bunu yapmalıyız. Kendisinin Farkında Bir Evrenin Şafağı: İnsanlığın Geleceği İçin Bir Manifesto‘da , kozmik hikâyeyi yalnızca parçacıkların etkileşimi, galaksilerin ve yıldızların oluşması ve uzayın genişlemesine değil, aynı zamanda gezegenimizin (düşman bir Evrende ) ender bulunur bir vaha ve hayatın da değerli olduğuna dair anlayışımıza da odaklanarak yeniden anlatıyorum.

Biz evrenin merkezi değiliz ama hayat öyle. Ben bu yaklaşımı biyomerkezcilik olarak adlandırıyorum ve uygarlık projemizi sürdürmek istiyorsak insan olmanın ne anlama geldiğine dair yeni bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu gösteriyorum. Bunun alternatifi, her gün bombardımanına uğradığımız tüm distopik senaryoların bize söylediği gibi, kendi kendini yok etmek ve toplumsal çöküştür. Bir çıkış yolu var ama mitolojik boyutların değişmesi gerekiyor. Bu imkânsız değil ama çalışma gerektiriyor.

Alt başlıkta “manifesto” kelimesini bilerek kullanıyorum: Manifesto acil bir mesajdır, bir eylem çağrısıdır, değişim ve dönüşümü sağlayacak bir stratejidir. Bir devrime ihtiyacımız var. Siyasi bir amaç uğruna silahlarla savaşan bir devrime değil, biyomerkezcilik bayrağı altında kolektif geleceğimizi koruyan yeni bir zihniyetle savaşan bir devrime. Biyomerkezcilik, yaşama ev sahipliği yapan bir gezegenin kutsal olduğu ve biz insanların, dünyamızı ve üzerindeki tüm yaşamı koruma ahlaki görevini üstlenmemiz gerektiği ilkesidir. Kitap bizden kim olduğumuzu yeniden düşünmemizi istiyor ve buradaki “biz” tüm insanları kastediyor. Kitapta, eğer uygarlık projemizi ve evimiz gezegenimizi kurtarmak istiyorsak, birbirimizle ve tüm canlılarla yeni bir ilişki kurma biçimini nasıl ve neden benimsememiz gerektiğini açıklıyorum. Bu saf bir hayal değil, geleceğimiz için bir zorunluluktur.

Aşağıda kitabın bazı argümanlarını özetleyen beş nokta yer almaktadır.

1. Doğanın üstünde değiliz ama doğaya aitiz

Geçtiğimiz 10.000 yıl boyunca, yeni şeyler icat etme, metal ve taş gibi hammaddeleri ekip biçmek, inşa etmek ve savaşmak için kullandığımız aletlere dönüştürmek için inanılmaz yeteneğimizi kullandık. Sayıca büyüdük ve bulabileceğimiz her türlü doğal kaynakla beslendik; başlangıçta odun, su, kömür, daha sonra da petrol ve doğal gaz. Bu kaynakları, ormanları ve tarlaları evcilleştirmek, dev tarlalara dönüştürmek, giderek daha büyük sayılarda şehirlerde bir araya gelmek, hastalıkları iyileştirmek ve yaşam süremizi uzatmak için kullandık. Teknoloji dünyayı değiştirdi, bizi de değiştirdi ve bu değişim günümüzde de hızlanarak devam ediyor.

Tüm bu ilerlemeler bize doğayı kontrol edebileceğimiz, kurtları köpek gibi evcilleştirebileceğimiz, biz insanların doğanın üstünde olduğumuz ve hayvanlardan çok tanrılara benzediğimiz gibi yanlış bir inanç kazandırdı. Ancak bu aşırı güven ciddi bir hatadır. Bizler doğanın bir parçasıyız, ona derinden bağımlıyız ve kabul etmek isteyebileceğimizden çok daha kırılganız.

Doğayı kontrol etme gücümüz hakkında biraz daha alçakgönüllü hissetmek için küresel salgınların ve doğal afetlerin ölümcül tarihine bakmanız yeterli. Hasta bir gezegen sağlıklı yaratıkları destekleyemez. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz yiyecekler kirlenirse hayatta kalamayız. Bizler yaşamın tüm biçimleriyle birbirine bağlı olan yaşam kolektifinin bir parçasıyız. Bilim ve teknoloji bize yardım edebilir ve etmelidir de ama bizi kendimizden kurtaramazlar. Dünyayla ve birbirimizle ilişki kurmanın yeni bir yoluna ihtiyacımız var ve bu yeni yol, teknolojik çıktılardan daha fazlasını gerektiriyor. Yeni bir insanı çağırıyor.

2. Hepimiz tek bir kabileye, insanlığa ait olduğumuz için kabileciliğin ötesine geçmeliyiz

Peki, bu “yeni insan” nereden gelecek? Bizim için önemli olan her şey birbirimize anlattığımız hikâyelerden geldiğine göre, bu yeni insan, kim olduğumuza dair yeni bir hikâyeden gelmelidir. Ve şaşırtıcı bir şekilde bu hikâye bizi sadece gezegenimize ve onun üzerindeki tüm canlılara değil, tüm Evrene bağlıyor. Bizler kelimenin tam anlamıyla kozmosun yaratıklarıyız.

Ama önce kabile köklerimizi yeniden düşünmeliyiz ve siyasi ve dini farklılıklarımıza rağmen kırılgan ve nadir bir gezegende yaşayan tek bir tür olduğumuzu anlamalıyız. Biz insanların gruplara ait olmamız gerekir ve bu gruplar sıklıkla değerlerimizi tanımlar ve eylemlerimizi yönlendirir. Bu her zaman böyleydi ve sorun değil. Aidiyet bize bir haysiyet ve gaye duygusu verir.

Sorun bir grup ya da kabilenin kapılarını farklı olanlara kapatmasıyla başlıyor. Bir kabile korur ama aynı zamanda saldırır ve güç için itişip kakışır. Ailelerimizden ve topluluklarımızdan spor takımlarımıza ve kiliselerimize kadar farklı kabilelere ait olabiliriz, ancak biz her şeyden önce Dünya gezegeninde yaşayan insan kabilesiyiz. Kitabımda anlattığım yeni insan anlatısı, bizi ayıran kabile duvarlarını yıkıyor: Yaşam tarzımızı ve onu barındıran gezegeni korumak istiyorsak birlikte çalışmamız gerektiğini ortaya koyuyor. İçgüdüsel kabileciliğimizin ötesine geçmek kolay değil. Bizden farklı düşünen, bakan ve davrananlara karşı alçakgönüllülüğü ve açıklığı gerektirir. Çatışma yoluyla değil mütevazı merakla öğrenip büyüdüğümüz için, “ötekine” açık olmak yalnızca hayatta kalma deneyimimizi zenginleştirebilir. Tek bir gezegende yaşadığımıza göre, kolektif hayatta kalış için birbirimize bağımlıyız.

Küresel kovan düşünme moduna geçmeliyiz. Her şey, yaşamın Evrende nadir görülen bir olgu olduğunun ve kolektif olarak korunması gerektiğinin anlaşılmasıyla başlar.

3. Hayat Evrendeki bir anomalidir, kural değil

3,5 milyar yıl önce Dünya’da yaşamın nasıl ortaya çıktığını, başka yerlerde var olup olmadığını veya hangi biçimde var olduğunu bilmiyoruz. Ancak yıldızların yaşayıp öldükçe atomlarını uzaya yaydıklarını, yeni yıldızlar ve gezegenler haline geldiklerini ve Güneş Sistemimizde de Dünya gezegeninde yaşayan canlılar haline geldiklerini biliyoruz. Yani biz gerçekten yıldız tozundan yapılmışız. Bizler ve tüm canlılar, cansızlar ile canlıların birbiriyle bağlantılılığıyız; var olma dürtüsüyle canlanmış atomlarız.

Öğrendiğimiz şey, yaşamın Evrendeki gerçek bir anomali, kuraldan çok istisna olduğudur. Güneş Sistemindeki komşu gezegenlerimize bakın; hepsi muhteşem ve hayranlık uyandırıcı dünyalar, her biri farklı ama hepsi de çorak ve cansız dünyalar. Güneş Sistemimizin herhangi bir gezegeninde ve ayında yaşam bulma şansı yok denecek kadar azdır. Başka bir yerde yaşam olsa bile muhtemelen çok basit, amip benzeri olacaktır. Eğer dışarıda bizim gibi aletler icat edebilecek başka canlılar varsa onları görmedik ya da varlıklarına dair ikna edici bir iz bulamadık. Elbette aramaya devam etmeliyiz ama aynı zamanda kozmik yalnızlığımızla da yüzleşmeliyiz.

4. Evrenin bir tarihi var çünkü biz onu anlatmak için buradayız

Evrende yaşamın nadir olduğunu ve akıllı yaşamın daha da nadir olduğunu biliyor olmamız bizi farklı kılıyor. Hikâyeler anlatabilen bir maddeyiz. Bizler, Evrene bir anlatı ve anlam veren kozmik hikâye anlatıcılarıyız. Eğer dışarıda başka sesler varsa, onlar bizim hikâyemizi değil, farklı bir hikâye anlatacaktır. Dünyadaki yaşam benzersizdir: Başka yerde yaşam varsa, farklı olacaktır. Evrendeki tek insanlar olduğumuzu güvenle söyleyebiliriz.

Bizim sesimiz olmasaydı, Evren çağlar boyunca yaratılıp yok edilen anlamsız biçimlere dönüşürdü: ölü, sessiz, amaçsız. Biz insanlar zamanı, mekânı, aşkı, yaşamı ve ölümü biliyoruz. Varoluşu kutluyoruz ve ondan korkuyoruz. Evler, silahlar ve uzay gemileri inşa ediyoruz; görünmez tanrılara anıtlar inşa ediyoruz ve tarifsiz duygular hakkında şiirler yazıyoruz. Kökenimizi bulmak için yıldızlara bakıyoruz. Huşu ve merak konusunda gizemli bir kapasitemiz var. Biz insanlar, yaşayan gezegenimizi ve onun biyosferini yok etme veya koruma gücüne sahibiz. Ve hangi yolu tutacağımızı tercih etmenin zamanı geldi. Acilen ve özenle seçmeliyiz. Bizim sesimiz olmasaydı Evren sessiz kalırdı.

5. Biyomerkezcilik: Yaşayan her dünya kutsaldır

Her kabile bir dizi prensip etrafında birleştiğine göre, insan kabilesinin birleştirici ilkesi nedir? Biyomerkezcilik, yaşama ev sahipliği yapan her gezegenin kutsal olduğu ilkesi burada devreye giriyor. Kozmik yalnızlığımızın ve gezegenimizin ender bulunurluğunun kabulü, yeni bir kolektif bilinci uyandırmak için çalan bir uyandırma zilidir. Bunun, kabile ayrımlarının ve bağnazlığın ötesine geçerek bizi insanlığın gelişmesinde yeni bir çağa taşıyacak güce sahip, neslimizin yeni birleştirici efsanesi olduğuna inanıyorum.

Ancak bunun gerçekleşmesi için yaşamla ve var olmamızı sağlayan gezegenle olan ilişkimizi değiştirmemiz gerekiyor. Doğanın üstünde değiliz ve ona sahip değiliz. Biz onun bir parçasıyız ve varlığımız için ona bağımlıyız. Hayat enderdir. Biz enderiz. Bu gezegen ender bulunur bir şeydir. Yaşamın ve gezegenin kıymetini bilin ve Yerli kültürlerden ve onların toprakla olan kutsal bağlantılarından öğrenin. Gezegenimizi yeniden kutsallaştıralım. Bu, çağımızın ahlaki zorunluluğudur. Gelecek nesillere ve bu gezegeni paylaştığımız hayata bunu borçluyuz.

2

Sahip olduğumuz En Büyük Güç

14 Ağustos 2023 • Anna Katharina Schaffner

Los Angeles Review of Books

BATI KÜLTÜRÜ ENTELEKTÜEL OLARAK ölümün esareti altındadır. Ölüm nihai felsefi konudur, en derin varoluşsal temamızdır. Karamsar konularda neredeyse her zaman olduğu gibi, ölüm hakkında da konuşmak bizi ciddi, akıllı, mantıklı ve bilge hissettirir. Üstelik Stoacı felsefenin son dönemdeki rönesansıyla birlikte (kaldı ki bu bizzat içinde yaşadığımız çağın bir göstergesidir) ölümlülüğü düşünmek yeniden moda oldu. Artık sonluluğumuzu akla getirmek için kafataslarını veya çürük meyveleri tercih etmesek de, şimdilerde geriye doğru kalan günlerimizi sayan “ölüm uygulamaları” var.

Doğum hakkında konuşmak ise tam tersine modası geçmiş bir şey: Doğum karışık ve organiktir, bedenimizin ve dünyevi doğamızın bir hatırlatıcısıdır. Doğum, yaratılış ve yenilenme hakkındaki konuşmalar kültürümüzün ezoterik duygular köşesine itilme eğilimindedir. Rachel Cuskın 2001 yılında

yeni annelikle ilgili anı kitabının kitapçılarda göze çarpacak bir şekilde sergilenmek bir yana ancak “kayıtlı insan deneyiminin en ucunda, diyet kitapları ile astroloji kitapları arasında bir yere” sürgün edildiğini gözlemlemişti.

Bu kültürel önyargılar göz önüne alındığında, hiçbir ciddi filozofun doğum hakkında söyleyecek fazla bir şeyi olmadığını varsaymamız affedilebilir. Jennifer Banks’in zarif ve sarsıcı yeni kitabı “Doğurganlık: Bir Doğum Felsefesine Doğru“ aslında durumun bunun tam tersi olduğunu gösteriyor: Doğum ve onun zengin üretken metaforları, bir dizi kurucu felsefi ve şiirsel çerçevenin merkezinde yer alıyor. Ve öyle de olmalı. Başka bir insan yaratma gücümüz, sahip olduğumuz en büyük güçtür; Hannah Arendt’in sözleriyle, insanların “üstün kapasitesi”dir. Banks’e göre “sınırlarını ve olanaklarını tanımlayarak hayatımızı şekillendirir.“ Ancak doğumun derin bir varoluşsal, teolojik ve ahlaki önemi olmasına rağmen, ilginç bir şekilde bu mesele yeterince incelenmemiştir.

Banks, doğumun “uzun süredir ölümün gölgesinde kaldığını ve az kabul gören çalışmasını sessizce yerine getirdiğini” öne sürüyor. Bizleri, benimsediğimiz ölüm merkezli birçok ilkenin bazılarını yeniden düşünseydik, kültürümüzün nasıl görüneceğini düşünmeye davet ediyor. Örneğin Seneca’nın meşhur sözünü alın ve tersine çevirin: “Doğumu daima araştırın; Nasıl doğurulacağını öğrenmek ya da doğmuş olduğumuzu kabullenmek bütün bir ömrü alır.” Peki ya ölümlülüğümüz yerine doğuşumuzla boğuşmaya başlasaydık? Doğumu her gün göz önünde tutsak neler mümkün olabilir?

Bunlar önemsiz sorular olmaktan çok uzaktır. Ve Banks’in içgörüleri aydınlatıcı olmaktan hiç geri kalmıyor. Arendt’in doğurganlık (natality) kavramını kullanarak, geleneksel olarak ölüme mahkûm düşüncemize karşı bir felsefe çiziyor ve bize doğumu yaratıcılığa, değişime ve yenilenmeye bağlayan yaratılış hikayelerinin ve geçmiş geleneklerin önemini hatırlatıyor. Arendt, doğumu “dünyayı, insani ilişkiler alanını, normal, ‘doğal’ yıkımından kurtaran mucize” olarak tanımlıyor. Banks’ın tutkusu, doğumu kültürümüzün etrafında örgütlenmesi gereken temel deneyim olarak (yeniden) kurmaktır. “Doğum, tıpkı demokratik siyaset gibi” diye yazıyor, “ötekilik konusunda bize meydan okur, başka bir kişiye yer açmak için kendimizi bir kenara bırakmamız gerektiğini, farklılık ve çoğulluğu hatırlatır.” Banks’in temel tezi hem basit hem de radikal: hepimiz doğduk ve doğumumuz başından sonuna silinemez bir şekilde hayatımızı biçimlendirir.

Banks’in incelemeleri Arendt’in yanı sıra Friedrich Nietzsche, Mary Wollstonecraft, Mary Shelley, Sojourner Truth, Adrienne Rich ve Toni Morrison’u da kapsıyor. Onların doğum ve yaşam öykülerini anlatıyor ve yapıtlarında doğumun aldığı merkezi rolü analiz ediyor. Arendt çocuksuz olmasına rağmen, felsefesinde başlangıçlar ve doğum merkezi bir yer tutuyordu. Belki de bu kısmen, sevgililerinden biri olan ve çoğu erkek filozof gibi ölümü fetişleştiren Martin Heidegger’e verilen bir yanıttı. Heidegger, dünyaya “atıldığımızı” ve fırlatılmamızın “ölüme-yönelik-olmak”la sonuçlandığını -hayatlarımızın kaçınılmaz olarak ölümün ufkuna doğru yöneldiğini- savunuyordu. Arendt ise tam tersine, İnsanlık Durumu‘nda (1958) “ölmek için değil, başlamak için doğduk” diye yazdı. Belki de yine Nazi sempatizanı Heidegger’i göz önünde bulundurarak, doğumu aynı zamanda totalitarizme karşı bir panzehir olarak, üretken eyleme yönelik yaratıcı kapasitemizi örnekleyen bir güç olarak görüyordu.

Nietzsche doğumu kutlayan çok az sayıda erkek filozoftan biridir; her ne kadar şöhretinin asıl nedeni Tanrı’nın ölümünü ilan etmesi olsa da. Yine de Nietzsche, Tanrı’nın ölümünü yeni geleneklerin yaratılması, dünyanın paganca yeniden büyülenmesi, kültürel ve ruhsal yenilenme için bir açılış olarak gördü. Doğum, yalnızca eserindeki temel kavram olan “oluş”ta ya da sanatın nihai kurtarıcı yaratıcı kuvvet olarak kutlandığı ilk kitabı Trajedi’nin Doğuşu‘nun (1872) başlığında yer almakla kalmaz, aynı zamanda onun süper insan hakkındaki düşüncelerinin de merkezinde de yer alır. Nietzsche’nin Übermensch’inin gayesi esasen yeni değerler yaratmak ve böylece yeni bir dünya doğurmaktı.

Banks ayrıca Nietzsche’nin, Yunan şarap ve müzik tanrısı Dionysos’u karanlık, kaos, mantıksızlık, doğurganlıkla ve kaynaşmayla ilişkilendirerek kadın olarak kodladığına dikkat çekiyor. Son eserlerinden biri olan Putların Alacakaranlığı veya Çekiçle Felsefe Nasıl Yapılır (1889) adlı kitabında Nietzsche, Dionysosçu olanı “hayata her türlü ölümün ve değişimin ötesinde muzaffer bir Evet; doğru yaşamı, yaşamın üreme yoluyla, cinselliğin gizemleri aracılığıyla genel devamı” olarak tarif eder. Banks iğneleyici bir mizahla Louise Erdrich’e gönderme yapıyor: “En dokunaklı bazı edebi eserlerlerimizi, bebek emziren kadınlar olmak istediklerinin farkında olmayan erkeklere borçluyuz.”

18. yüzyıl feminist yazarı Mary Wollstonecraft, doğumun toplumun kendisini yeniden hayal etmesine yardımcı olabileceğine ve yaratıcılığı, anneliği ve samimiyeti onurlandıran daha adil ve eşit bir insani düzene ilham verebileceğine inanıyordu. Kızı Mary Shelley ise tam tersine, doğuma dair daha karanlık bir vizyona sahipti; onun hayal gücünden, kibirli, Promethean bir yaratıcı-bilim adamı tarafından yaratılmış, lanetli bir yaratık ortaya çıktı. Banks’in gözlemlediği gibi, Shelley’nin romanı Frankenstein; veya Modern Prometheus (1818), kısır bir erkek beyni tarafından tasarlanan ve sonunda intikam uğruna yaratıcısının sevdiklerini öldüren bir canavarın “insanlığın doğum hayallerinin trajik bir şekilde gerçekleşmesini” anlatır.

Eski köle kadın Sojourner Truth, özgürlüğünü kazandıktan sonra ruhsal olarak yeniden doğdu ve doğumun dili ve “dünya yaratma” potansiyelinden ilham alan gezgin bir vaiz oldu. Kadından Doğmuş: Deneyim ve Kurum Olarak Annelik (1976) adlı kitabında Adrienne Rich, anneliğin hem kadınlara yönelik baskının kökü hem de güçlerinin kaynağı olması paradoksunu araştırdı. Yaradılışın bereketli enerjisi olarak doğum ilişkiselliği ve dişi potansiyelleri mümkün kılar. Rich, “Çalışmanın Koşulları: Kadınların Ortak Dünyası” başlıklı makalesinde bir annenin çalışmasının sosyal, politik ve kültürel açıdan çok önemli olduğunu yazdı; çünkü bu, “dünyayı koruma, dünyayı sürdürme, dünyayı onarma faaliyetidir.”

Banks’in incelemelerinin sonuncusu olan Sevgili (1987) romanında Toni Morrison, “anne sevgisinin en uç noktalarına kadar itilmiş bir örneğini” araştırıyor. Köleleştirilmiş bir kadın olan karakteri Sethe, onu kendisinin çektiği acı ve aşağılanmalardan korumak için çocuklarından birini öldürür. Burada, doğuran ve doğan, katil ve maktul oluyor ve bebek cinayeti, sevgi konusundaki aşırı bir etik vaka çalışmasına dönüşüyor.

TS Eliot, “Magi’nin Yolculuğu” (1927) şiirinde şunu sorar: “Bütün bu yolu niçin getirildik?/Doğum için mi, Ölüm için mi?” Banks, felsefi ve şiirsel tahayyüllerimizde doğuma mı yoksa ölüme mi ayrıcalık tanıyacağımıza dair tercihin hem kültürümüz hem de bireyler olarak bizler için derin etik sonuçları olduğunu gösteriyor. “Farklı bir ilkeler dizisine, yeni modellere, kendi yok oluşuyla daha az barışık bir kültüre açlık duyuyorum” diye yazıyor. “Bunu hayal etmeye devam ediyorum: kökleri hamilelik, samimiyet, kırılganlık, büyüme, yaratıcılık, karşılıklılık, değişim ve ötekilikte ─ başka bir insanın kan dolaşımına dahil olmaktaki o garip ve rakipsiz simbiyozda yatan bir toplum.”

O halde, doğum konuşmalarını, doğum hikâyelerini ve doğumun zengin imgelerini lekelerinden, tüm bu ölüm fetişistlerinin aşağılayıcı bakışlarından sonsuza dek kurtarmanın zamanı gelmiştir.

Kesilenler sadece ağaç mı?

Akbelen ormanının yok edilmesine karşı direniş sürüyor. Kamuoyunun ilgisi yavaş yavaş bu direnişe kayıyor. İlgi ve destek daha da artacak, çünkü orada ülkenin bütün büyük çelişkileri, herkesin canını ilgilendiren sorunları – kısaca hayatın tüm dinamikleri iç içe geçmiş, birbirine dolanmış, sarmaşmış şekilde kendini duyuruyor.

Ormanı yok etme girişimi o kadar vicdan yaralayıcı ki siyasi ve idari yetkili ve sorumlular tamamen sessiz kalmayı yeğliyor. Orman yandaşlarının karşısına dikilen, cop sallayan, su sıkan, göz yaşartıcı gaz sıkan kolluk kuvvetleri sanki kendi başlarına buna karar vermişler gibi. Asıl fail, o iki yeni yetme dev holding ağzını açamıyor. Yıkar geçeriz, unutulur gider diye düşünüyorlar olsa gerek.

Gitmez. Hiç gitmez. Çünkü orada kesilenler sadece ağaç değil, yok edilen sadece orman değil.

Orman sadece orman değildir. Her orman eşsiz bir hayat cemaatidir. Orman canlıdır ve her canlı gibi hisseder ve algılar. Orman ahalisi ağaçlar, diğer bitkiler, çalı çırpılar, mantarlar, böcekler, kuşlar, sincaplar diğer hayvanlar ve daha sayısız türden oluşur ─ birbirleriyle iletişim kuran, birbirlerini besleyen, birlikte gelişen ve değişen canlılar. Ağaçlar toprağın altından hayat çıkarır, güneşten yeni hayatlar yaratır. Orman hayattır, hayat pınarıdır.

Ormanlar her zaman insan dostudur. İnsanlara gıda, yakacak, ahşap, av ve huzur ve heyecan sunar. Orman insanlar tarafından keşfedilmeyi bekleyen doğanın türlü çeşitli gizli hazineleriyle doludur.

Ormanların da tarihi vardır. Ağaçlar, kökler, hayvanlar hepsinin bir hikâyesi vardır. Dinlemesini bilirseniz size de anlatırlar. Ormanda hiçbir zaman yalnız değilizdir. Oralarda yaşamış atalarımız ve ileride yaşayacak torunlarımızla beraberiz oluruz.

Ormanı yok etmek yaşayan her şeyi insan da dahil yok etmek demektir, hem de geçmişi ve geleceğiyle yok etmek. Bizi eksiltmek demektir. Orada kesilen her ağaç bu topraklarda yaşayan tek tek herkesin canından koparılmış bir candır. Hepimiz oradayızdır aslında.

Orman bizim kutsalımızdır.

İnsanlar kutsallarını korumak için ülkenin dört bir yanından oraya koşuyor, hasta yatağından kalkan seksenlik nine sürüne sürüne barikata gidiyor. Ülkenin çeşitli yerlerinde bir araya gelen insanlar Akbelen’e dayanışmalarını yolluyor.

Cinayeti herkes görüyor. İşlenen suçun üsttü kapatılabilecek gibi değil.

Ağaçların kesilip ormanın yok edilmesiyle başlayan projenin devamında orada bulunan kömür madeninin çıkarılması var. Suçu daha da katmerli hale getirecek bir hedef bu. Yakınlardaki gene aynı holdinglerin işlettiği enerji santraline yakacak sağlamak için kömür çıkarılacak. Kömür deyin ve orada durun.

Kömür bugün sadece ölümün kapkara, soysuz bir ölümün sembolüdür. Saklanamayan bir gerçek de bu. Büyük miktarlarda kömür yakılmasının atmosfere karbon salımını doğrudan artırdığı ve iklim değişikliğinin hızlanmasına neden olduğu artık kömür tacirleri tarafından bile inkâr edilemez oldu.  İklim değişikliğinin ne anlama geldiğini dünyanın dört bir yanında söndürülemeyen orman yangınları, aşırı kuraklıklar, olağanüstü seller ve her yıl kırılan sıcaklık rekorlarını yaşayarak görüyoruz. Onun için birçok ülke art arda kömür madenciliğinden vazgeçiyor, alternatif enerjilere yöneliyor.

Ormanlar aynı zamanda eşsiz bir karbon tutucudur ve yağmurları düzenleyici işlevi vardır, fosil yakıt yakılmasının tam tersine ormanlar iklim koruyucudur. Bizlere gölge bahşetmeleri de ayrı bir lütuftur.

İşte şimdi komşuda Rodos’da, bizde Kemer’de ve çok sayıda başka yerde orman yangınları yayılırken, aynı günlerde Akbelen’de orman katliamına başlandı.

Bu memlekette yıllardır sayısız bilinçli yurttaş ve sorumluluk sahibi sivil ya da resmi kurum ağaç dikme ve ormanlaştırma için aralıksız çaba harcamıştır. Bugün ormancılarımız ormanları korumak ve geliştirmek için canla başla çalışıyorlar. Ormanlarımız bu yanıyla da insan yapısıdır. İnsan emeğinin eseridir. Bizim malımızdır.

Bütün bunlar ortadayken göz göre göre birileri geliyor, sanki bütün ülkeyle alay ediyor gibi, hiçbir ahlaki endişe taşımadan kömür çıkaracağız diye o ağaçları kesiyorlar. Ve bunu tek bir nedenden yapıyorlar, sadece ve sadece para kazanmak, ölçüsüz para kazanmak, zenginliklerini daha da büyütmek.

Bu işin başında varlığını ve hızla genişlemesini doğrudan siyasi iktidara borçlu olan iki sermaye grubu var.  O nedenle son depremde günlerce devleti arayan depremzedelerden farklı olarak Akbelen’deki orman yandaşları daha ilk saatte devleti karşılarında buldular.

Şimdi şu iki sorunun yanıtı daha çok aranacak, insanlar tarafından daha çok tartışılacak: Sermaye bu mudur? Devlet bu mudur? Son dönemlerin en önemli, yaşamsal seçimleri olarak nitelenen son seçimde bile bir türlü seçim kampanya ve tartışmalarının gündemine nüfuz edemeyen bu iki basit ama o kadar da belirleyici soru, evet belki de ilk kez daha geniş tartışılacak.  

Tek mi Çok mu?

Adının Cumhur İttifakı olduğuna bakmayın, orada çoğul hiçbir şey yok. Aslında AKP’nin tarihi tamamen çoktan teke geçişin, tekleşmenin tarihi oldu. Seçim propagandaları da tek bir söze indirgenebilir: “Biz gidersek kıyamet kopar.“ Savundukları tek düzen, tek değer, tek kültür, tek perspektif’tir.

Çok’u zorla tek’in içine sığdırmaya çalışıyorlar.

Oysa hayat her alanda daha çok çeşitlenerek, çoğullaşarak gelişiyor. Ürün çeşitliliğinin artması yaşam tarzlarının, toplumsal cinsiyetlerin, kültürlerin ve düşünce akımlarının çeşitliliğinin artmasıyla at başı gidiyor. Çalışan kesimler çoğullaşıyor ve çeşitleniyor. Meslekler, çalışma tarzları çeşitleniyor. Yeni tarz artizan/zanaatkâr uğraşlar boy atıyor.

Muhalefetin gelişimi de bir çoklaşma, çoğullaşma süreci oldu, oluyor. Başta tek tek iken şimdi çok ve çoğul oldular. Altılı Masa ile Yeşil Sol Parti yan yana yürüyor, aşağıdan doğru benzersiz şekillerde gençler, kadınlar, çevreciler, insan hakları savunucuları sürece kendi renklerini katıyor.

Enerji ancak farklılıklar bir araya gelince fışkırır. Enerjiler birbirine akar. Enerjiyi işbirliği yaratır. Güç yan yana gelince, işbirliği yapınca doğar. İşte onun için adı ittifak da olsa iktidarın gücü/enerjisi eriyor, muhalefetinki artıyor. Ve muhalefetin birlikte yürüyüşü içinde yeni kuvvetler canlanıyor, yeni değerler tanımlanmaya başlıyor ve yeni bir ufuk beliriyor.  

Aslında hayatımızdaki, çevremizdeki her şeye yeni anlamlar vermeye başlıyoruz. Şimdiye kadar “ötekiler” diye gördüklerimizin “bizden olduğunu” ya da “bizim de onlardan olduğumuzu” düşünmeye başlıyoruz.

Bu, cumhuriyet tarihimizin ilk bilinçli ve geniş kolektif eylemi, gerçek cumhurun – bilinçli yurttaşlar ittifakının  ─ eylemi. Cumhuriyet döneminin ayrımsız bütün kahramanları da bu eylemde, miting alanlarında yanı başımızda, capcanlılar ─ onların ise tek kendileri var. Tek’ten de bir şey çıkmaz.

Daha yol uzun ve kuşkusuz engel çok. Acılar da eksik olmaz. Ama artık yeni bir şeyleri yapabileceğimizi görüyoruz.

Garo Paylan veda konuşması

Garo Paylan Meclis’e veda konuşmasında şu saptamaları yapmış:

  1. “Üç kuşaktır hiçbirimiz gün yüzü görmedi.”

Hiçbir yoruma gerek yok. Altı kelime onlarca yılın tarihini anlatıyor.

  • “Bu memlekette eşitlik, barış ve demokrasi isteyip de sıra dayağından geçmeyen kalmadı.”

MHP’lilerin bile vaktiyle falakaladan geçirildiğini düşünürsek, bu tespitin ifade ettiği dehşeti daha iyi anlayabiliriz.

Ama bütün bunlara rağmen hemen herkes sadece asıl kendisinin dayak yediğini düşünüyor, öteki dayak yiyenlere gözünü kapıyor, mağdur olarak asıl kendini görüyor.

Oysa sıra dayağından hepimizin geçtiğini kabul etmek ve diğerlerinin çektikleri acılara anlayışla yaklaşmak, politik hayatta herkesin eşit olduğunun kabul görmesinin, bunun geçerli ilke hale gelmesinin yolu olabilir.

  • “Meselemiz birbirimizin varoluşuna saygı göstermek.”

İşte “gün yüzü görmeye” başlayabilmemizin sihirli formülü! Tekçiliği siyaset ve tarih sahnesinden sürüp çıkarmanın, “deli gömleğini” yırtıp atmanın yolu. Bunun AKP seçmenlerinin de varoluşuna saygı gösterilmesini içerdiği belirginleştikçe bu yolun engebeli arazilere sapması  zorlaşacaktır.     

  • “Bu mesele bu Mecliste konuşulmayacaksa başka meclislerde meze olur.”

Batılı devletlerin çifte standartlı yaklaşımlarının oyuncağı olmaktan kurtulmanın ötesinde bu tespit aynı zamanda TBMM’ni ihya etmenin, yüceltmenin ve iktidarın gerçek kaynağı haline getirmenin de formülünü sunuyor.

Bu aynı zamanda demokrasiyi aşağılarda, yerel düzeylerde de yeniden inşa etmenin formülüdür.

Geçen Kasım’da Facebook paylaşımlarımda şöyle yazmışım:

“Yukarıdan aşağı, buyurgan, gizli kapaklı, dar tabanlı yönetimlerin yerini katılımcı, birlikte inşa edici, işbirlikçi geniş birliktelikler ancak böyle oluşur. Keyfiliğin yerini şeffaf ve hesap verir demokrasi ancak bu yolla alabilir. İnsanlar ancak bu çerçevede yurttaşlar olarak sorumluluk duymaya ve üstlenmeye başlayabilirler. Gerçek eşitliğin ülkesine ancak buradan yürünebilir.” 

Garo Paylan HDP’lidir, bu konuşmayı o partinin bir sözcüsü olarak da  yaptığını kabul edebiliriz. O nedenle bu seçimlerde HDP’nin içinde olduğu ittifakın Yeşil Sol Parti (ne güzel bir ad!) olarak yeni mecliste bu politikaların vücut bulması için çalışacağını görebiliriz.

YSP sözcüleri 14 Mayıs seçimlerinde 6’lı Masanın cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceklerini (hem de amasız, fakatsız!) açıkladılar ve kendi ittifaklarının dışında kalan sol grupların da bu doğrultuya yönelmesine yardımcı oldular. Aynı zamanda kendilerinin yeni mecliste ciddi bir ağırlık oluşturması için de var güçleriyle çalışıyorlar.

Dolayısıyla “bu meselenin konuşulacağı”, yani yeni bir demokrasinin temellerinin atılacağı meclis pekâlâ 6’lı Masa ile emek ve özgürlük ittifakının ve genel olarak solun temsil edileceği bir meclis – özlediğimiz meclis, yeni bir başlangıcın meclisi ─  olabilir.

Olabilir, çünkü işi fiilen hep birlikte bu aşamaya getiren aktörler hep birlikte bu süreç içinde değişmeyi ve gelişmeyi başarmış aktörlerdir.

O yüzden hep birlikte çıtayı giderek mevcut anlaşma noktalarının daha da yükseğine çıkartmalarını beklememiz hiç de aşırı bir iyimserlik olmaz.

Olmaz, çünkü ayrıca  15 Mayıs sabahı artık tek tek hepimizin bir şeyler yapabileceği, bunun mümkün hale gelebileceği bir dönem başlayabilir. Umutlu ve iyimser olmak demek soyut bir şey değil, yapabileceğimiz somut bir şeylerin var olması demektir.

Muhalefetteki politik aktörlerin sözünü ettiğim değişim ve gelişim süreci boyunca Facebook’ta şu tespitleri paylaşmışım:

  • Adalet Yürüyüşünün ardından Haziran 2017’de:

“Artık Kılıçdaroğlu bir başka Kılıçdaroğlu, CHP bir başka CHP’dir. Bu yeni olguyu anlamaya çalışalım.”

  • Şubat 2022’de 6’lı Masa ete kemiğe bürünmeye başladığında:

“Altı parti arasındaki müzakere ve onlarla HDP arasındaki çeşitli şekillerde yürüyen müzakere aslında bir ve aynı müzakeredir, Cumhuriyet tarihimizin en önemli müzakeresidir. Üstelik bu müzakere son derece olumsuz şartlarda, iktidar çevrelerinin her türlü baskı ve saptırma çabaları altında yürütülmektedir. Ülkemizin düze çıkması, barış ve demokrasinin yolunun açılması her şeyden çok bu müzakerenin olumlu gelişmesine bağlıdır. Onun için herkesin bunun farkında olarak sorumlu davranacağını, yapıcı tavır alacağını umuyorum.”

  • Ardından Haziran 2022’de:

“Bize oyun değiştirici bir moment lazım. Bir çırpıda her seyin güzel olacağı falan değil, parametrelerin değişeceği, rüzgârın yönünün giderek değişeceği, yapılanların sonuç vermeye başlayacağı ─ galiba oraya yaklaşıyoruz.”

  • Ve sonra Meral Akşener 6’lı Masadan ayrılıp ardından ertesi gün palas pandıras geri dönmek zorunda kaldığında, 5 Mart 2023’te:

“Bence bu son adımıyla Akşener rejimin sonunu başlatmış oldu.”

Ayrı ayrı mı ilişkisel mi?

Evrende her şey birbirine bağlı, birbiriyle ilişki içindedir diyoruz. Peki, ilişkilere nasıl bakmalı, onları nasıl anlamalıyız. İlişki nasıldır, ne yapar? Nerededir?

Şöyle bakabiliriz:  Ayrı ayrı şeyler vardır. Bunların ayrı varlıkları, zihinleri, ihtiyaç ve istekleri vardır, eylem kapasiteleri vardır, her biri bir aktördür. İlişkiye girerek bir sonuç elde ederler. Her biri kendini özne ötekini nesne olarak görür.

Bu bakışın temelinde Descartes’ci felsefe vardır. Bu modelin temel çıkış noktası her birimizin ayrı tekil varlıklar olduğumuz ve bizden bağımsız olarak var olan nesnel bir dünyayla karşı karşıya olduğumuzdur. Duyularımızla dış dünyadan aldığımız verileri aklımızla işleyerek dünyayı tanır ve deneyimleriz. Özne ve nesne birbirlerinden ayrı iki alandır, aklımız bu ikisi arasındaki ayrılığı aşmadaki aracımızdır. Böylece özne olarak nesne üzerinde etkide bulunuruz. Nesne pasiftir.

Bu bakış açısına göre özne de nesne de önceden belirlenmiş özelliklere, rol ve işlevlere sahiptir. Dolayısıyla aralarındaki ilişkinin niteliği ve rolü, olası sonuçları da öyledir; doğrusal ve öngörülebilirdir. Newtoncu fiziğe dayanan bu felsefi model tüm bilim dünyasına olduğu gibi Freud’un insan ruhunu ve onun hastalıklarını açıklamak için geliştirdiği psikiyatriye de temel olmuştur.

Kendimiz – aklımız ve ruhumuz – kendi özelliklerimizden, kendi tarihimizden ibarettir, deneyimlerimiz kendi arzu ve eylemlerimizden ve dış dünyanın bunlara verdiği tepkilerden oluşur. Öznenin içten gelen itki ve eylemi ile dışındaki nesnenin buna karşı tepkisi vardır.

Bu bakış açısı, yani özne-nesne ayrımının merkezinde bireyin ve kişisel aktörlüğün birincilliği fikri yatar. Aynı şekilde; her süreç ya da olgu anlaşılabilir, kavranabilir, her sorun çözülebilir, insan maddeye, hayata ve enformasyona egemen olabilir gibi kesin bir inanç vardır. Böylece hayata ve süreçlere hep ikiliklerin (duality) karşıtlığı olarak bakmanın yolu açılır.

Ne var ki her türlü ikileştirme/karşıtlaştırma şöyle bir tuzağa götürmeye son derece açıktır. Aktörler, ya da çözüm olasılıkları iki’ye indirgendiğinde ister istemez biri doğru, güzel, iyi; diğeri yanlış, çirkin, kötü olur. Biri dost diğeri düşmandır. Hep ikisinden birini seçmeye itilir, zorlanırız. İkilikten sonuçta hep teklik çıkar.

Oysa şöyle baktığımızda her şeyi daha iyi görebiliriz:  Şeyleri şey yapan aralarındaki ilişkidir. Varoluş ilişkiseldir. Her birimizin, bütün canlıların ve bütün maddenin oluşumu, gelişim ve evrimi, kazandığı/kaybettiği özellikler her şey kendimizle diğerleri arasındaki alanda ortaya çıkar, belirir. Zihinsel yaşamımız, akıl ve duygularımızın oluş ve gelişim alanı, yeri, mekânı ilişkilerimizdir.

Özneler, yani eylem potansiyeline sahip zihin sahibi aktörler, ancak kişiler arası/şeyler arası alanda ortaya çıkar. İlişki varsa, özne vardır, akıl vardır, ruh vardır. Her türlü eylem ve gelişme birlikte eylem, birlikte gelişmedir. Aklımız ve duygularımız tam olarak ne beynimizde, ne de bedenimizde yerleşiktir. Bütün ilişki âlemimize, maddi manevi ilişkilerimize yayılmış şekildedirler.

Sadece beynimizle değil, bütün bedenimizle, sahip olduğumuz şeylerle, kullandığımız aletlerle, esen rüzgârla, üzerine bastığımız toprakla birlikte düşünürüz, duyumsarız. İlişkiler alanımız bizi yaratır, ama biz de o alanı yaratırız.

Bu anlamda düşünce ve duygunun, akıl, zihin ve zekânın —biliş ve duygulanımın— bir tür enerji biçimi olduğunu bile düşünebiliriz.

Her birimiz, farklılıklar gösteren geçmişten gelen ve güncel, değişik ilişkilerin özgül bir harmanı olduğumuz için, her birimiz bir kereliktir, farklıdır, benzersizdir. Bireyi ve bireyselliği oluşturan, geliştiren ve besleyen de bu özgül harmandır.

Hiçbir şey önceden belirlenmiş olmadığı için, her şey ilişkiler içinde belirdiği ve etkide bulunduğu için, önceden—ilişkiler başlamadan—yapılan planlar, programlar, bütçeler, çizilen stratejiler hiçbir zaman tam olarak gerçekleşemez. Moltke’nin dediği gibi, “Daha ilk muharebeden sağ çıkan hiçbir harp stratejisi yoktur.” Esneklik, sürekli yaratıcılık, açık uçlu düşünmek onun için zorunluluktur. Sabit kimlikler, roller yoktur, önceden formüle edilemez olanak ve olasılıklar içinde yapılacak tercihler söz konusudur.

Anlamlı, mutlu ve sağlıklı bir yaşam yeryüzüyle, diğer canlılarla ve insanlarla olan ilişki ve etkileşimlerimizin, deneyimlerimizin ve alıp verdiklerimizin sağlığına, nitelik ve özelliklerine bağlıdır.

İlişkilerin bir tarafı – sağlıksız ya da mutsuzsa – eşimiz, dostumuz, çalışma arkadaşımız, komşumuz, soluduğumuz hava, aldığımız gıdalar, içinde yüzdüğümüz deniz, kasabamızdan geçen akarsu sağlıksız ve mutsuzsa, yerinden yolundan edilmişse, dünya son çözümlemede bize de dar olur. Eşit olmayan ilişkiler taraflar arasındaki karşılıklı enerji akışının da eşitsiz olması demektir. Asimetrik ilişkiler, eşitsiz ve dengesiz ilişkiler en büyük mutsuzluk kaynağıdır. Çektiğimiz acıların çoğunun temelinde bu yatar.

O nedenle neden ve çareleri aramaya başlayabileceğimiz yer de orası, yani ilişkilerin alanıdır. İlişki ve bağlantılardan kaçınamayız, tek yapabileceğimiz onları eşit haklı, karşılıklı yarar sağlayan bir hale getirmeye çalışmaktır.

Politikaları da pekâlâ bu asitmetriyi, eşitsizlikleri veya dengesizlikleri (ya da enerji gaspını) artırmaya mı yoksa azaltmaya mı yöneldiklerine göre ayırt edebiliriz.

Nesne ve süreç

Şeylere iki türlü yaklaşabiliriz.

Nesne olarak bakmak. Bir şeye nesne olarak baktığınızda onun kendi karakter ve kimliğine sahip olduğunu, belli bir özü olduğunu kabul edersiniz. Kendi özü kendisindendir, kendine ait bazı özellikleri vardır ve bu özellikler onun değişmez çekirdeğini, özünü belirler. Bu tanım o şeyin, çevresinde olan bitenlerden – dün ve bugün olanlardan- bağımsız olduğunu varsayar. Buna göre, şeylerin değişmez özü vardır.

Nesne olarak bakmak şeylere dışarıdan bakmayı gerektirir. Duvarda asılı bir tabloyu ya da bir mağaza vitrinini seyreder gibisinizdir. Böyle alırsanız onu bütün boyutlarıyla anlayabileceğinizi, dolayısıyla kontrol edebileceğinizi ve yönetebileceğinizi ya da maniple edebileceğinizi varsayarsınız.

Bu anlayışla yaklaştığınızda değişim ancak bu değişmez özün değişmesiyle –aslında bir yerde lağvedilmesiyle- mümkündür dersiniz. Bu kaba iyimserlik dikkatlerimizi, amaç ve hedeflerimizi, düşünme tarzlarımızı ve genel olarak önem verdiğimiz anlatıyı biçimlendirir.

Nesne yaklaşımı bizi söz konusu şeyin yapısına, bileşenlerine, özelliklerine odaklanmaya iter. Statik düşünürüz.

Peki, ama Heraklites “Aynı suda iki kere yıkanamazsın” dememiş miydi? “Her şey değişim halindedir, değişmeyen tek şey değişimdir” demez miyiz hep.

Süreç olarak bakmak. Şeyler kendi başlarına var değillerdir, her zaman başka şeylerle ilişki içindedirler. Ve bu ilişkiler içinde sürekli değişirler. Ve her bir parçaları, özellikleri, her şeyleri değişir. Zaten her şey başka sayısız şeyin kendine özgü bir şekilde bir araya gelmesinden oluşmaz mı?

Onun için şeylerin içinde bulunduğu daha geniş bağlamı ya da sistemi dikkate almamız gerekir. Şeyler soyut kendileri değillerdir. Çevreleri ve tarihleri içinde – yani çok sayıda ve değişken ilişkiler, etkileşimler içinde – belirlenirler, daha doğrusu belirirler. Nesne halinde görünürler.

Her beliriş (emergence) anlıktır. Bu an nano boyutlardaki var oluşlar için salisenin bilmem kaç milyonda biri kadar olabileceği gibi, söz gelimi gezegenler için milyarlarca yıl sürebilir. Yani her nesne geçicidir. Her şey -ve onu meydana getiren şeyler –hep değişir. Hiçbir şeyin; cismin, canlının veya kültürün değişmez bir özü yoktur.

Şeylere süreç olarak bakmak onlara içinde bulundukları ilişkilerin ve bizimle olan ilişkilerinin içinden bakmayı, onları hareket ve değişimleri içinde izlemeyi gerektirir. Şeyler veya nesneler aslında ne kadar katı ve istikrarlı görünseler de nihayetinde yavaş giden ya da stabilize olmuş süreçlerden ibarettir.

O kadar ki mesela dökümhaneden yeni çıkmış bir çelik putrel bile öyledir. Hikâyesi (yani süreci) yeraltından çıkarılan demir cevherinin oradaki oluşumuna kadar geri gider ve onu genişleme ve daralmalar, aşınmalar, eğilip bükülmeler, eritilme ve yeniden biçimlenmelerle geçecek uzun yıllar beklemektedir.

Örneğin tıp bilimciler SARS-CoV-2 virüsüne nesne olarak bakmış olsalardı tamamen başarısız olurlardı. Tek başına çok çok kısa bir süre var olabilen virüsün ancak bir konakçıya geçince yaşayabilen, hayvanlardan gelip insanlara geçen, bağışıklık sistemimizi ve birçok organımızı etkileyen bir süreç olduğunu bilmeselerdi aşı da geliştiremezlerdi. Virüs bize bulaşarak ya da bizi aşılanmak zorunda bırakarak bizi değiştirdi ve bizimle ilişkileri içinde art arda mutasyonlara uğrayarak kendisi de değişti, değişiyor. Üstelik sadece bireysel metabolizmalarımızı etkilemekle kalmadı, varoluşumuzun bütün modlarını – ekonomimizi, çalışma hayatımızı, aile yaşamlarımızı, sosyal ilişkilerimizi, kültür ve sanat etkinliklerimizi, fikir dünyamızı ve politik yaşamımızı değiştirdi. Kısaca o bir ilişkiler toplamıydı—diğer başka her şey gibi. Ve tüm ilişkileri bir şekilde değiştirdi.  

İlişkiler de nesneler kadar gerçektir, olgudur. İster el kol hareketleri ya da fiziksel temas ya da sözel, görsel veya kokusal olsun ister dijital veya tele-iletişim şeklinde olsun, aslında her türlü iletişim biçimi elektromanyetik dalgaları ya da ışık ve ses dalgalarını hareket ettirmekle değiştirmekle mümkün olabilir, aynı şekilde belli bir enerji gerektirir, yani tamamen fizikseldir. Bu anlamda maddidir ve elle tutulabilirdir.     

Nesne olarak bakmak ile süreç olarak bakmak arasındaki ayrım sadece şeyleri, olay ve olguları anlamak ve anlamlandırmak açısından büyük önem taşımakla kalmaz. İlişkilerimizin niteliğini de belirler.

Şöyle ki şeylere, insanlara, olaylara nesne olarak bakmak bizi onları kontrol edebileceğimiz, onlara hükmedebileceğimiz yanılgısına götürür. Nesne olarak bakmak yukarıdan bakmak demektir.

Onun için hükmetmek istediklerimizi nesneleştiririz. Kendimiz özneyizdir ve onlara nesneymiş gibi bakarız. Ötekileştirmek ile nesneleştirmek birlikte gider. Eşit haklı olmayan bütün ilişkiler bir tarafın ötekine nesne gibiymiş bakmasıyla bağlıdır. Doğayı tahrip eden bütün yaklaşımlar da öyledir. Nesneleştirdiğiniz şeyleri metalaştırabilirsiniz de.  

Eşit haklı, göz hizasından yürütülen ilişkiler ise şeyleri değişim süreçleri olarak görmeyi ve onlarla birlikte değişmek istemeyi gerektirir. Süreç aslında her zaman bir birlikte-süreçtir.

Evrende her şey birbiriyle bağlantılıdır. Evren sayısız birbiriyle bağlantılı şeyin hep birlikte aralıksız hareketi ve değişimidir. Şeyleri ancak ilişkileri ve geçirdikleri süreçler içinde anlayabiliriz.

Dolayısıyla varoluş hep çoklu, çok tarzlı, çoğul bir varoluştur.

Kendini yurttaş olarak görmek

Türkiye’nin nüfusu 80 küsur milyon. Peki, Türkiye’de kendisini yurttaş olarak gören kaç kişi var? Adına ister Türk devleti, ister Türkiye devleti, ister Türkiye Cumhuriyeti devleti deyin, “ben bu devletin yurttaşıyım” diyebilen kaç kişi var. Kendini yurttaş olarak görmek anayasada belirtilen yurttaş haklarına fiilen sahip olmak, bu haklardan özgürce yararlanabilmek demektir. En önemlisi bu haklardan bütün yurttaşların eşit olarak, aynı şekillerde, hiçbir ayrımcılığa uğramadan yararlanabilmesi demektir. Daha basit söylersek ancak ayrımsız herkesin “bu devlet benim devletim” dediği bir ülke gerçek eşitliğin ülkesi olabilir.

Bizde bugün durum bu mudur? Bugün yaklaşık benzer oranlarda iki büyük kampa ayrılmış gibi görünen seçmen kitlesinin bir yarısı kendisini esas AKP’nin yurttaşı gibi görüyor, hak ve özgürlüklerini anayasada yazılanlara göre değil, AKP iktidarının kendisine bahşettiklerine göre tanımlıyor. Onun için de yurttaşlık hakları ve anayasal demokrasiyle ilgili talep ve mücadelelerinden uzak duruyor.

Seçmen kitlesinin muhalifler olarak adlandırılan ikinci yarısında yer alanların büyük kısmı devletin artık kendilerini terk ettiğine inanıyor. Geçmişte kendilerine tanınan ayrıcalıklar bugün onlardan esirgeniyor, üstelik kendilerini devletle özdeşleştirebilmelerini sağlayan semboller ve kahramanlar saygı görmek bir yana aşağılanıyor. Kürt seçmenler zaten hiçbir zaman bu devletin yurttaşı olmaktan gurur duyabilmiş değiller. Bütün bunlara rağmen yurttaş haklarına sahip çıkan ve aralıksız savunan çok da geniş olmayan demokratik bir birikimimiz var. Ama o da yoğun baskı altında tutuluyor.  

Muhalif kesimlerdeki bu yabancılaşmanın bir başka göstergesi son yıllarda ülkeyi terk edip yabancı ülkelere yerleşenlerin, yani bu devletten umutlarını kesmiş olanların – özellikle eğitimli görece genç kesimdeki – sayısındaki hızlı artış.

Bütün bunlardan çıkan sonuç Türkiye’nin en önemli meselesinin insanların kendilerini en başta yurttaş olarak yeniden oluşturmalarını, konumlandırmalarını sağlamak olduğudur.

Bu yaşamsal önem taşıyor, çünkü ne “AKP devleti”nin sürdürülebilirliği vardır ne de Cumhuriyet’in eski biçimlerine geri dönmek mümkündür.     

Yeni Türkiye vizyonu ancak devletin bütün yurttaşlara eşit yaklaştığı, herkese aynı hakları tanıdığı ve bunun uygulamada hiçbir şekilde aksamaması için azami özen gösterdiği bir çerçevede anlam kazanabilir.

Yukarıdan aşağı, buyurgan, gizli kapaklı, dar tabanlı yönetimlerin yerini katılımcı, birlikte inşa edici, işbirlikçi geniş birliktelikler ancak böyle oluşur. Keyfiliğin yerini şeffaf ve hesapverir demokrasi ancak bu yolla alabilir. İnsanlar ancak bu çerçevede yurttaşlar olarak sorumluluk duymaya ve üstlenmeye başlayabilirler. Gerçek eşitliğin ülkesine ancak buradan yürünebilir.