1
Şimdiye kadar anlatılan en büyük hikâye
Biz evrenin merkezi değiliz ama hayat öyle.
.
Marcelo Gleiser Big Think
Şimdiye kadar anlatılan en büyük hikâye kozmik hikâyedir, bu diğerlerini de içeren hikâyedir. 13,8 milyar yıl önce, Büyük Patlama dediğimiz, zamanın başladığı olayla başlayan bu destansı anlatıyı, titiz çabamız ve merakımız sayesinde ortaya çıkardık.
İnsanlık için bir manifesto
Günlük işlerimizle meşgul olmamıza rağmen, tüm bunları düşünmeyi neredeyse hiç zaman bırakmıyoruz. Ancak bu hafta çıkacak yeni kitabımda da tartıştığım gibi, bunu yapmalıyız. Kendisinin Farkında Bir Evrenin Şafağı: İnsanlığın Geleceği İçin Bir Manifesto‘da , kozmik hikâyeyi yalnızca parçacıkların etkileşimi, galaksilerin ve yıldızların oluşması ve uzayın genişlemesine değil, aynı zamanda gezegenimizin (düşman bir Evrende ) ender bulunur bir vaha ve hayatın da değerli olduğuna dair anlayışımıza da odaklanarak yeniden anlatıyorum.
Biz evrenin merkezi değiliz ama hayat öyle. Ben bu yaklaşımı biyomerkezcilik olarak adlandırıyorum ve uygarlık projemizi sürdürmek istiyorsak insan olmanın ne anlama geldiğine dair yeni bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu gösteriyorum. Bunun alternatifi, her gün bombardımanına uğradığımız tüm distopik senaryoların bize söylediği gibi, kendi kendini yok etmek ve toplumsal çöküştür. Bir çıkış yolu var ama mitolojik boyutların değişmesi gerekiyor. Bu imkânsız değil ama çalışma gerektiriyor.
Alt başlıkta “manifesto” kelimesini bilerek kullanıyorum: Manifesto acil bir mesajdır, bir eylem çağrısıdır, değişim ve dönüşümü sağlayacak bir stratejidir. Bir devrime ihtiyacımız var. Siyasi bir amaç uğruna silahlarla savaşan bir devrime değil, biyomerkezcilik bayrağı altında kolektif geleceğimizi koruyan yeni bir zihniyetle savaşan bir devrime. Biyomerkezcilik, yaşama ev sahipliği yapan bir gezegenin kutsal olduğu ve biz insanların, dünyamızı ve üzerindeki tüm yaşamı koruma ahlaki görevini üstlenmemiz gerektiği ilkesidir. Kitap bizden kim olduğumuzu yeniden düşünmemizi istiyor ve buradaki “biz” tüm insanları kastediyor. Kitapta, eğer uygarlık projemizi ve evimiz gezegenimizi kurtarmak istiyorsak, birbirimizle ve tüm canlılarla yeni bir ilişki kurma biçimini nasıl ve neden benimsememiz gerektiğini açıklıyorum. Bu saf bir hayal değil, geleceğimiz için bir zorunluluktur.
Aşağıda kitabın bazı argümanlarını özetleyen beş nokta yer almaktadır.
1. Doğanın üstünde değiliz ama doğaya aitiz
Geçtiğimiz 10.000 yıl boyunca, yeni şeyler icat etme, metal ve taş gibi hammaddeleri ekip biçmek, inşa etmek ve savaşmak için kullandığımız aletlere dönüştürmek için inanılmaz yeteneğimizi kullandık. Sayıca büyüdük ve bulabileceğimiz her türlü doğal kaynakla beslendik; başlangıçta odun, su, kömür, daha sonra da petrol ve doğal gaz. Bu kaynakları, ormanları ve tarlaları evcilleştirmek, dev tarlalara dönüştürmek, giderek daha büyük sayılarda şehirlerde bir araya gelmek, hastalıkları iyileştirmek ve yaşam süremizi uzatmak için kullandık. Teknoloji dünyayı değiştirdi, bizi de değiştirdi ve bu değişim günümüzde de hızlanarak devam ediyor.
Tüm bu ilerlemeler bize doğayı kontrol edebileceğimiz, kurtları köpek gibi evcilleştirebileceğimiz, biz insanların doğanın üstünde olduğumuz ve hayvanlardan çok tanrılara benzediğimiz gibi yanlış bir inanç kazandırdı. Ancak bu aşırı güven ciddi bir hatadır. Bizler doğanın bir parçasıyız, ona derinden bağımlıyız ve kabul etmek isteyebileceğimizden çok daha kırılganız.
Doğayı kontrol etme gücümüz hakkında biraz daha alçakgönüllü hissetmek için küresel salgınların ve doğal afetlerin ölümcül tarihine bakmanız yeterli. Hasta bir gezegen sağlıklı yaratıkları destekleyemez. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz yiyecekler kirlenirse hayatta kalamayız. Bizler yaşamın tüm biçimleriyle birbirine bağlı olan yaşam kolektifinin bir parçasıyız. Bilim ve teknoloji bize yardım edebilir ve etmelidir de ama bizi kendimizden kurtaramazlar. Dünyayla ve birbirimizle ilişki kurmanın yeni bir yoluna ihtiyacımız var ve bu yeni yol, teknolojik çıktılardan daha fazlasını gerektiriyor. Yeni bir insanı çağırıyor.
2. Hepimiz tek bir kabileye, insanlığa ait olduğumuz için kabileciliğin ötesine geçmeliyiz
Peki, bu “yeni insan” nereden gelecek? Bizim için önemli olan her şey birbirimize anlattığımız hikâyelerden geldiğine göre, bu yeni insan, kim olduğumuza dair yeni bir hikâyeden gelmelidir. Ve şaşırtıcı bir şekilde bu hikâye bizi sadece gezegenimize ve onun üzerindeki tüm canlılara değil, tüm Evrene bağlıyor. Bizler kelimenin tam anlamıyla kozmosun yaratıklarıyız.
Ama önce kabile köklerimizi yeniden düşünmeliyiz ve siyasi ve dini farklılıklarımıza rağmen kırılgan ve nadir bir gezegende yaşayan tek bir tür olduğumuzu anlamalıyız. Biz insanların gruplara ait olmamız gerekir ve bu gruplar sıklıkla değerlerimizi tanımlar ve eylemlerimizi yönlendirir. Bu her zaman böyleydi ve sorun değil. Aidiyet bize bir haysiyet ve gaye duygusu verir.
Sorun bir grup ya da kabilenin kapılarını farklı olanlara kapatmasıyla başlıyor. Bir kabile korur ama aynı zamanda saldırır ve güç için itişip kakışır. Ailelerimizden ve topluluklarımızdan spor takımlarımıza ve kiliselerimize kadar farklı kabilelere ait olabiliriz, ancak biz her şeyden önce Dünya gezegeninde yaşayan insan kabilesiyiz. Kitabımda anlattığım yeni insan anlatısı, bizi ayıran kabile duvarlarını yıkıyor: Yaşam tarzımızı ve onu barındıran gezegeni korumak istiyorsak birlikte çalışmamız gerektiğini ortaya koyuyor. İçgüdüsel kabileciliğimizin ötesine geçmek kolay değil. Bizden farklı düşünen, bakan ve davrananlara karşı alçakgönüllülüğü ve açıklığı gerektirir. Çatışma yoluyla değil mütevazı merakla öğrenip büyüdüğümüz için, “ötekine” açık olmak yalnızca hayatta kalma deneyimimizi zenginleştirebilir. Tek bir gezegende yaşadığımıza göre, kolektif hayatta kalış için birbirimize bağımlıyız.
Küresel kovan düşünme moduna geçmeliyiz. Her şey, yaşamın Evrende nadir görülen bir olgu olduğunun ve kolektif olarak korunması gerektiğinin anlaşılmasıyla başlar.
3. Hayat Evrendeki bir anomalidir, kural değil
3,5 milyar yıl önce Dünya’da yaşamın nasıl ortaya çıktığını, başka yerlerde var olup olmadığını veya hangi biçimde var olduğunu bilmiyoruz. Ancak yıldızların yaşayıp öldükçe atomlarını uzaya yaydıklarını, yeni yıldızlar ve gezegenler haline geldiklerini ve Güneş Sistemimizde de Dünya gezegeninde yaşayan canlılar haline geldiklerini biliyoruz. Yani biz gerçekten yıldız tozundan yapılmışız. Bizler ve tüm canlılar, cansızlar ile canlıların birbiriyle bağlantılılığıyız; var olma dürtüsüyle canlanmış atomlarız.
Öğrendiğimiz şey, yaşamın Evrendeki gerçek bir anomali, kuraldan çok istisna olduğudur. Güneş Sistemindeki komşu gezegenlerimize bakın; hepsi muhteşem ve hayranlık uyandırıcı dünyalar, her biri farklı ama hepsi de çorak ve cansız dünyalar. Güneş Sistemimizin herhangi bir gezegeninde ve ayında yaşam bulma şansı yok denecek kadar azdır. Başka bir yerde yaşam olsa bile muhtemelen çok basit, amip benzeri olacaktır. Eğer dışarıda bizim gibi aletler icat edebilecek başka canlılar varsa onları görmedik ya da varlıklarına dair ikna edici bir iz bulamadık. Elbette aramaya devam etmeliyiz ama aynı zamanda kozmik yalnızlığımızla da yüzleşmeliyiz.
4. Evrenin bir tarihi var çünkü biz onu anlatmak için buradayız
Evrende yaşamın nadir olduğunu ve akıllı yaşamın daha da nadir olduğunu biliyor olmamız bizi farklı kılıyor. Hikâyeler anlatabilen bir maddeyiz. Bizler, Evrene bir anlatı ve anlam veren kozmik hikâye anlatıcılarıyız. Eğer dışarıda başka sesler varsa, onlar bizim hikâyemizi değil, farklı bir hikâye anlatacaktır. Dünyadaki yaşam benzersizdir: Başka yerde yaşam varsa, farklı olacaktır. Evrendeki tek insanlar olduğumuzu güvenle söyleyebiliriz.
Bizim sesimiz olmasaydı, Evren çağlar boyunca yaratılıp yok edilen anlamsız biçimlere dönüşürdü: ölü, sessiz, amaçsız. Biz insanlar zamanı, mekânı, aşkı, yaşamı ve ölümü biliyoruz. Varoluşu kutluyoruz ve ondan korkuyoruz. Evler, silahlar ve uzay gemileri inşa ediyoruz; görünmez tanrılara anıtlar inşa ediyoruz ve tarifsiz duygular hakkında şiirler yazıyoruz. Kökenimizi bulmak için yıldızlara bakıyoruz. Huşu ve merak konusunda gizemli bir kapasitemiz var. Biz insanlar, yaşayan gezegenimizi ve onun biyosferini yok etme veya koruma gücüne sahibiz. Ve hangi yolu tutacağımızı tercih etmenin zamanı geldi. Acilen ve özenle seçmeliyiz. Bizim sesimiz olmasaydı Evren sessiz kalırdı.
5. Biyomerkezcilik: Yaşayan her dünya kutsaldır
Her kabile bir dizi prensip etrafında birleştiğine göre, insan kabilesinin birleştirici ilkesi nedir? Biyomerkezcilik, yaşama ev sahipliği yapan her gezegenin kutsal olduğu ilkesi burada devreye giriyor. Kozmik yalnızlığımızın ve gezegenimizin ender bulunurluğunun kabulü, yeni bir kolektif bilinci uyandırmak için çalan bir uyandırma zilidir. Bunun, kabile ayrımlarının ve bağnazlığın ötesine geçerek bizi insanlığın gelişmesinde yeni bir çağa taşıyacak güce sahip, neslimizin yeni birleştirici efsanesi olduğuna inanıyorum.
Ancak bunun gerçekleşmesi için yaşamla ve var olmamızı sağlayan gezegenle olan ilişkimizi değiştirmemiz gerekiyor. Doğanın üstünde değiliz ve ona sahip değiliz. Biz onun bir parçasıyız ve varlığımız için ona bağımlıyız. Hayat enderdir. Biz enderiz. Bu gezegen ender bulunur bir şeydir. Yaşamın ve gezegenin kıymetini bilin ve Yerli kültürlerden ve onların toprakla olan kutsal bağlantılarından öğrenin. Gezegenimizi yeniden kutsallaştıralım. Bu, çağımızın ahlaki zorunluluğudur. Gelecek nesillere ve bu gezegeni paylaştığımız hayata bunu borçluyuz.
2
Sahip olduğumuz En Büyük Güç
14 Ağustos 2023 • Anna Katharina Schaffner
Los Angeles Review of Books
BATI KÜLTÜRÜ ENTELEKTÜEL OLARAK ölümün esareti altındadır. Ölüm nihai felsefi konudur, en derin varoluşsal temamızdır. Karamsar konularda neredeyse her zaman olduğu gibi, ölüm hakkında da konuşmak bizi ciddi, akıllı, mantıklı ve bilge hissettirir. Üstelik Stoacı felsefenin son dönemdeki rönesansıyla birlikte (kaldı ki bu bizzat içinde yaşadığımız çağın bir göstergesidir) ölümlülüğü düşünmek yeniden moda oldu. Artık sonluluğumuzu akla getirmek için kafataslarını veya çürük meyveleri tercih etmesek de, şimdilerde geriye doğru kalan günlerimizi sayan “ölüm uygulamaları” var.
Doğum hakkında konuşmak ise tam tersine modası geçmiş bir şey: Doğum karışık ve organiktir, bedenimizin ve dünyevi doğamızın bir hatırlatıcısıdır. Doğum, yaratılış ve yenilenme hakkındaki konuşmalar kültürümüzün ezoterik duygular köşesine itilme eğilimindedir. Rachel Cuskın 2001 yılında
yeni annelikle ilgili anı kitabının kitapçılarda göze çarpacak bir şekilde sergilenmek bir yana ancak “kayıtlı insan deneyiminin en ucunda, diyet kitapları ile astroloji kitapları arasında bir yere” sürgün edildiğini gözlemlemişti.
Bu kültürel önyargılar göz önüne alındığında, hiçbir ciddi filozofun doğum hakkında söyleyecek fazla bir şeyi olmadığını varsaymamız affedilebilir. Jennifer Banks’in zarif ve sarsıcı yeni kitabı “Doğurganlık: Bir Doğum Felsefesine Doğru“ aslında durumun bunun tam tersi olduğunu gösteriyor: Doğum ve onun zengin üretken metaforları, bir dizi kurucu felsefi ve şiirsel çerçevenin merkezinde yer alıyor. Ve öyle de olmalı. Başka bir insan yaratma gücümüz, sahip olduğumuz en büyük güçtür; Hannah Arendt’in sözleriyle, insanların “üstün kapasitesi”dir. Banks’e göre “sınırlarını ve olanaklarını tanımlayarak hayatımızı şekillendirir.“ Ancak doğumun derin bir varoluşsal, teolojik ve ahlaki önemi olmasına rağmen, ilginç bir şekilde bu mesele yeterince incelenmemiştir.
Banks, doğumun “uzun süredir ölümün gölgesinde kaldığını ve az kabul gören çalışmasını sessizce yerine getirdiğini” öne sürüyor. Bizleri, benimsediğimiz ölüm merkezli birçok ilkenin bazılarını yeniden düşünseydik, kültürümüzün nasıl görüneceğini düşünmeye davet ediyor. Örneğin Seneca’nın meşhur sözünü alın ve tersine çevirin: “Doğumu daima araştırın; Nasıl doğurulacağını öğrenmek ya da doğmuş olduğumuzu kabullenmek bütün bir ömrü alır.” Peki ya ölümlülüğümüz yerine doğuşumuzla boğuşmaya başlasaydık? Doğumu her gün göz önünde tutsak neler mümkün olabilir?
Bunlar önemsiz sorular olmaktan çok uzaktır. Ve Banks’in içgörüleri aydınlatıcı olmaktan hiç geri kalmıyor. Arendt’in doğurganlık (natality) kavramını kullanarak, geleneksel olarak ölüme mahkûm düşüncemize karşı bir felsefe çiziyor ve bize doğumu yaratıcılığa, değişime ve yenilenmeye bağlayan yaratılış hikayelerinin ve geçmiş geleneklerin önemini hatırlatıyor. Arendt, doğumu “dünyayı, insani ilişkiler alanını, normal, ‘doğal’ yıkımından kurtaran mucize” olarak tanımlıyor. Banks’ın tutkusu, doğumu kültürümüzün etrafında örgütlenmesi gereken temel deneyim olarak (yeniden) kurmaktır. “Doğum, tıpkı demokratik siyaset gibi” diye yazıyor, “ötekilik konusunda bize meydan okur, başka bir kişiye yer açmak için kendimizi bir kenara bırakmamız gerektiğini, farklılık ve çoğulluğu hatırlatır.” Banks’in temel tezi hem basit hem de radikal: hepimiz doğduk ve doğumumuz başından sonuna silinemez bir şekilde hayatımızı biçimlendirir.
Banks’in incelemeleri Arendt’in yanı sıra Friedrich Nietzsche, Mary Wollstonecraft, Mary Shelley, Sojourner Truth, Adrienne Rich ve Toni Morrison’u da kapsıyor. Onların doğum ve yaşam öykülerini anlatıyor ve yapıtlarında doğumun aldığı merkezi rolü analiz ediyor. Arendt çocuksuz olmasına rağmen, felsefesinde başlangıçlar ve doğum merkezi bir yer tutuyordu. Belki de bu kısmen, sevgililerinden biri olan ve çoğu erkek filozof gibi ölümü fetişleştiren Martin Heidegger’e verilen bir yanıttı. Heidegger, dünyaya “atıldığımızı” ve fırlatılmamızın “ölüme-yönelik-olmak”la sonuçlandığını -hayatlarımızın kaçınılmaz olarak ölümün ufkuna doğru yöneldiğini- savunuyordu. Arendt ise tam tersine, İnsanlık Durumu‘nda (1958) “ölmek için değil, başlamak için doğduk” diye yazdı. Belki de yine Nazi sempatizanı Heidegger’i göz önünde bulundurarak, doğumu aynı zamanda totalitarizme karşı bir panzehir olarak, üretken eyleme yönelik yaratıcı kapasitemizi örnekleyen bir güç olarak görüyordu.
Nietzsche doğumu kutlayan çok az sayıda erkek filozoftan biridir; her ne kadar şöhretinin asıl nedeni Tanrı’nın ölümünü ilan etmesi olsa da. Yine de Nietzsche, Tanrı’nın ölümünü yeni geleneklerin yaratılması, dünyanın paganca yeniden büyülenmesi, kültürel ve ruhsal yenilenme için bir açılış olarak gördü. Doğum, yalnızca eserindeki temel kavram olan “oluş”ta ya da sanatın nihai kurtarıcı yaratıcı kuvvet olarak kutlandığı ilk kitabı Trajedi’nin Doğuşu‘nun (1872) başlığında yer almakla kalmaz, aynı zamanda onun süper insan hakkındaki düşüncelerinin de merkezinde de yer alır. Nietzsche’nin Übermensch’inin gayesi esasen yeni değerler yaratmak ve böylece yeni bir dünya doğurmaktı.
Banks ayrıca Nietzsche’nin, Yunan şarap ve müzik tanrısı Dionysos’u karanlık, kaos, mantıksızlık, doğurganlıkla ve kaynaşmayla ilişkilendirerek kadın olarak kodladığına dikkat çekiyor. Son eserlerinden biri olan Putların Alacakaranlığı veya Çekiçle Felsefe Nasıl Yapılır (1889) adlı kitabında Nietzsche, Dionysosçu olanı “hayata her türlü ölümün ve değişimin ötesinde muzaffer bir Evet; doğru yaşamı, yaşamın üreme yoluyla, cinselliğin gizemleri aracılığıyla genel devamı” olarak tarif eder. Banks iğneleyici bir mizahla Louise Erdrich’e gönderme yapıyor: “En dokunaklı bazı edebi eserlerlerimizi, bebek emziren kadınlar olmak istediklerinin farkında olmayan erkeklere borçluyuz.”
18. yüzyıl feminist yazarı Mary Wollstonecraft, doğumun toplumun kendisini yeniden hayal etmesine yardımcı olabileceğine ve yaratıcılığı, anneliği ve samimiyeti onurlandıran daha adil ve eşit bir insani düzene ilham verebileceğine inanıyordu. Kızı Mary Shelley ise tam tersine, doğuma dair daha karanlık bir vizyona sahipti; onun hayal gücünden, kibirli, Promethean bir yaratıcı-bilim adamı tarafından yaratılmış, lanetli bir yaratık ortaya çıktı. Banks’in gözlemlediği gibi, Shelley’nin romanı Frankenstein; veya Modern Prometheus (1818), kısır bir erkek beyni tarafından tasarlanan ve sonunda intikam uğruna yaratıcısının sevdiklerini öldüren bir canavarın “insanlığın doğum hayallerinin trajik bir şekilde gerçekleşmesini” anlatır.
Eski köle kadın Sojourner Truth, özgürlüğünü kazandıktan sonra ruhsal olarak yeniden doğdu ve doğumun dili ve “dünya yaratma” potansiyelinden ilham alan gezgin bir vaiz oldu. Kadından Doğmuş: Deneyim ve Kurum Olarak Annelik (1976) adlı kitabında Adrienne Rich, anneliğin hem kadınlara yönelik baskının kökü hem de güçlerinin kaynağı olması paradoksunu araştırdı. Yaradılışın bereketli enerjisi olarak doğum ilişkiselliği ve dişi potansiyelleri mümkün kılar. Rich, “Çalışmanın Koşulları: Kadınların Ortak Dünyası” başlıklı makalesinde bir annenin çalışmasının sosyal, politik ve kültürel açıdan çok önemli olduğunu yazdı; çünkü bu, “dünyayı koruma, dünyayı sürdürme, dünyayı onarma faaliyetidir.”
Banks’in incelemelerinin sonuncusu olan Sevgili (1987) romanında Toni Morrison, “anne sevgisinin en uç noktalarına kadar itilmiş bir örneğini” araştırıyor. Köleleştirilmiş bir kadın olan karakteri Sethe, onu kendisinin çektiği acı ve aşağılanmalardan korumak için çocuklarından birini öldürür. Burada, doğuran ve doğan, katil ve maktul oluyor ve bebek cinayeti, sevgi konusundaki aşırı bir etik vaka çalışmasına dönüşüyor.
TS Eliot, “Magi’nin Yolculuğu” (1927) şiirinde şunu sorar: “Bütün bu yolu niçin getirildik?/Doğum için mi, Ölüm için mi?” Banks, felsefi ve şiirsel tahayyüllerimizde doğuma mı yoksa ölüme mi ayrıcalık tanıyacağımıza dair tercihin hem kültürümüz hem de bireyler olarak bizler için derin etik sonuçları olduğunu gösteriyor. “Farklı bir ilkeler dizisine, yeni modellere, kendi yok oluşuyla daha az barışık bir kültüre açlık duyuyorum” diye yazıyor. “Bunu hayal etmeye devam ediyorum: kökleri hamilelik, samimiyet, kırılganlık, büyüme, yaratıcılık, karşılıklılık, değişim ve ötekilikte ─ başka bir insanın kan dolaşımına dahil olmaktaki o garip ve rakipsiz simbiyozda yatan bir toplum.”
O halde, doğum konuşmalarını, doğum hikâyelerini ve doğumun zengin imgelerini lekelerinden, tüm bu ölüm fetişistlerinin aşağılayıcı bakışlarından sonsuza dek kurtarmanın zamanı gelmiştir.