Son on yıllarda çevre sorunlarının ve atmosferin ısınmasıyla iklim değişikliğinin getirdiği tehlikelerin belirginleşmesi ve ekoloji bilimlerinin (ve ağ teorisi ve karmaşıklık teorisinin) gelişmesiyle tarihin canlı ve cansız varlıkların bütünleşik karmaşık sistemlerinin hareketi olarak, yeryüzünün tarihi olarak anlaşılması gerektiği görüşü belirginleşti.
Böylece tarihi yapan aktörlerin sadece bireyler, topluluklar, devletler, uluslar ya da sınıflar ve onların politik temsilcilerinden ibaret olmadığı, insanlar-insan olmayan canlılar-doğa kuvvetlerinden oluşan bağlantılı bütünsel bir aktör olduğu anlayışı öne çıkmaya başladı. Tarih insan ile doğanın birlikte- üretiminin, birlikte-yapımının eseri. İnsanın, diğer canlıların ve cansız doğanın evrim ve değişim dönüşüm süreçleri aslında bir birlikte-yapma, birlikte-üretim süreci. Biz çevremizi yapıyoruz, çevremiz bizi yapıyor.
Sınıf savaşlarının, eşitlik mücadelelerinin, devletlerin ya da ulusların savaşlarının tarihi olarak açıkladığımız tarihin aslında yeryüzü ve iklim vb. hareketleri de dahil, bütünsel aktörün bütünsel tarihi içinde biçimlendiğini görebiliyoruz.
Tarih bir bütünselliktir. Parçalara ayrılamaz. Tarihçiler bilim tarihçisi, iktisat tarihçisi, sanat tarihçisi sosyal tarihçi diye uzmanlaşabilirler, ama bunların hepsi birbiriyle alakalıdır. Arkeoloji ile jeoloji, antropoloji ile biyoloji birbirlerini tamamlar. Örneğin iktisat tarihi hiçbir zaman sadece ekonomiyle ilgili değildir. Gerçek hayat gibi tarih de alt parçalara bölünemez.
Örneğin iki dünya savaşının Avrupa’daki etkileri ile savaş sonrasının Üçüncü Dünya’daki sömürgecilik karşıtı mücadeleler tarihin bütün dünyayı kapsaması gerektiği görüşünü öne çıkarmıştı. Aynı zamanda sosyal bilimlerin, sosyal ve ekonomik tarihin gelişmesi siyasi, diplomatik ve askeri tarihin başatlığını sorgulamaya başlamıştı. Böylece bütünsel dünya tarihi anlayışı güç kazanmıştı.
Bugün ise tarihçiler iklim değişiklikleriyle ya da pandemi süreçleriyle uygarlıklar tarihinin etkileşimlerini açığa çıkarmaya başlıyorlar.
***
Aslında söz konusu aktörlerin hepsi ayrı ayrı diğer aktörlerin ve aralarındaki bağlantı ve ilişkilerin varlığının çok iyi farkındaydı ama bu ilişkilerin niteliğini sadece kendi açılarından değerlendirebiliyorlardı. Erkeğin kadına, efendinin köleye, kapitalistin işçiye, tarımcının toprağa, insanın hayvanlara ve genel olarak canlı ve cansız doğaya (aynı zamanda kendi yaptığı alet ve yapılara) bakışı, yaklaşımı, onları anlamlandırması hep benzer oldu. Kendisi yapıcı, değiştirici, aktif, belirleyici, kontrol edici, hükmedici (penetre eden) özne, geri kalanı onun kontrolü altına alıp istediği gibi biçimlendirebileceği (penetre edilen) pasif nesneydi. Çünkü plan yapıp uygulayabilen onlardı. Hepsinin yaklaşımı bir ve aynı faydacı anlayışın değişik görünüş biçimleriydi.
O yüzden uygarlık tarihi insanları ve doğayı kontrol altına alma, doğal ortamından ayırarak ehlileştirme tarihi olarak gelişti. İnsanları avcılık toplayıcılığı bırakıp tarıma yöneltmek, üretip vergilerini ödeyecekleri şekilde ehlileştirmek için duvarlarla çevrili şehirlere toplamak gerekti. İnsanın ehlileştirilmesi ile hayvanların ve genel olarak doğa kuvvetlerinin ehlileştirilmesi çabaları baştan beri paralel gelişti. Teknoloji de üzerlerinde hegemonya kurmak amacıyla doğanın kuvvetlerini ehlileştirme aracı oldu.
Ehlileştirmek, kontrol altına almak demek aslında özerk aktör olmasına, kendi rolünü özgürce oynayabilmesine imkân vermemek demekti. Ancak köle olabilirdi. Efendilerine hizmet edecekti, aykırı davranamayacaktı. Eleştirel, aykırı, özgül olamazdı. Ancak kolayca birbirleriyle değiştirilebilir otomatonlar olabilirlerdi. Makinelerin en ileri ucunda şimdi yapay zekâ en yeni köle adayı olarak gelişiyor.
Bu şekilde, insanlık tarihine kölelerin —insan köleler kadar tabiat kölelerin—isyanlarının tarihi olarak da bakabiliriz. (İsyan son çaredir. Onun için de meşrudur. Çoğu zaman başarıyla sonuçlanmaz, ama kendi başına bir sistem arızası olduğu için, sonuçta her durumda iki tarafa da zarar verir. Tıpkı hegemonyacı ilişkinin iki tarafı da—hem efendiyi hem köleyi— sonuçta depresyona sürüklediği gibi. Öte yandan ezilen nefret duygularıyla dolar, ezen ise korku içindedir, kendini koruma içgüdüsüyle ötekinden tiksinir.)
Kuşkusuz bütün bunlar dümdüz, pürüzsüz giden süreçler olmadı hiçbir zaman. Kendilerine hükmedilmek istenenler hiçbir zaman tamamen pasif olmadılar, her biri kendi koşullarına uygun direnişler içinde oldu, değişik taktikler geliştirdi, farklı ustalıklar kazandı, sonuçlar elde etti. Dünya edebiyatının en etkileyici eserleri daha çok bunların hikâyeleridir.
Bizim hayvanlara zarar veren eylemlerimiz sosyal, politik ve ekonomik sistemlerimizin önemli parçalarıdır. Çünkü bizim dünyamız küçük bir insan azınlığının geri kalan herkese egemen olarak ve onları sömürerek refahını artırması etrafında kurulmuştur. Bu sistem, sadece hayvanların acı çekmesinin önde gelen nedeni olan endüstriyel hayvan tarımının değil, işçilerin sömürülmesinin, arazi kullanımı, su kullanımı, enerji kullanımı, antibiyotik kullanımının, atık ve kirliliğin sistemidir ve iklim değişikliğinin başlıca sebebidir.
Böylece uygarlık tarihi karşılıklı bağımlılık içinde ve etkileşimli şekilde birlikte hareket eden birlikte evrim geçiren bütün o muazzam ağın, bütünsel aktörün, değişim ve gelişimin öznesinin giderek sakatlanması, özgürce hareket edemez hale gelmesinin tarihi oldu. Sonuç bugün yaşadığımız bozulma, çürüme ve bütünsel varoluşsal kriz oldu.
2018 yılının Nobel Edebiyat Ödülünü alan Olga Tokarczuk 9 Aralık günü yaptığı Nobel Ödülü konuşmasında bu krizden bir çıkış yolu bulabilmemiz için aramızdaki benzerlikleri keşfetmeye ve aynı kaderi paylaştığımızı anlamaya odaklanmamızı öneriyordu. “İnsanlarda bir bütünlük duygusunu harekete geçirebilmek için” diyordu, “her şeyin görülebileceği bir yerden bakmak lazım. Her şeyi görmek demek her şeyin nihai olarak tek bir bütün oluşturacak şekilde birbiriyle bağlantılı olduğunu—aralarındaki bağlantılar bizim için henüz bilinir olmasa da— fark etmek demektir. Her şeyi görmek aynı zamanda dünya için tamamen farklı türde bir sorumluluk duymak demektir. Çünkü ‘buradaki’ her hareketin ‘oradaki’ bir davranışa bağlandığı, dünyanın bir parçasında alınan bir kararın onun bir başka parçası üzerinde etkide bulunacağı ve ‘benim olan’ ile ‘senin olan’ arasındaki ayrımın tartışılabilir hale geldiği giderek daha iyi görülüyor.”
Yeni tür ilişkilerin yeni gerekleri
Çözüm yollarını yeni tür ilişkilerin öne çıkmasında aramamızı gerektiren birçok yeni gelişme var.
Değer yaratmanın temeli olan çalışma (emek) bilgi çalışmasına dönüştükçe üretimin dinamosu bireysel çalışanların beceri ve eğitim düzeylerinden çok birlikte çalışanlar arasındaki (ekip içindeki) etkileşim haline geliyor. Kuruluşların dijital dönüşümünün bu etkileşim temel alınarak düzenlenmesi kendini dayatıyor. Otomasyon ve yapay zekâ tartışmaları gerçek anlamını bu tartışma içinde buluyor. Dolayısıyla rekabette de ürün ya da teknolojinin değil birlikte çalışan insanların kalitesi belirleyici hale geliyor.
Piyasacılığın (ve liberalizmin) gözde kavramı birey, devletçiliğin (ve sosyalizmin) gözde kavramı cemaat ya da topluluk iken şimdi yeni toplumu belirleyecek kavram “birlikte yapmak” oluyor. Şimdi sanayi sonrası dönemde çalışma karşılıklı etkileşim— insanlar arası ve insanlarla makineler arası etkileşim—olarak tanımlanıyor. “Birlikte yapmak” kolektif yapmak demek olmakla birlikte asıl özgür ve eşit haklı katılım gerektiren ve farklı aktörlerin farklı katkılarına ihtiyaç duyan bir ilişki anlamına geliyor. Ayrı ayrı üretici kuvvetlerin ve üretim araçlarının belirleyici bir önemi kalmıyor, her bakımdan geleceği belirleyecek unsur olarak bu etkileşim ve onun niteliği öne çıkıyor. Ne ölçülebilir, tartılabilir ya da fiyatlandırılabilir olan ne de mülkiyet nesnesi yapılabilen (dolayısıyla köleleştirilebilir olmak bir yana alışılmış şekillerde yönetilebilir bile olmayan) bir nitelik.
İşte bugün ekolojide, ekonomide, sosyal yaşamda, politika olduğu kadar manevi yaşamda da yaşanan bütün krizlerin anası “birlikte yapma”nın istismar edilmesi, sakatlanması, engellenmesi, böylece bütünsel aktörün hareketinin bozulmasıdır.
O nedenle bütün bu krizleri gidermenin, teknolojik ve ekonomik hızlanma ile sosyal dağılma ve durgunluk arasında büyüyen kronik uçurumu aşmanın yolu her alanda “birlikte yapma”ya dayalı tarzlar getirecek sosyal ve politik inovasyonları gerçekleştirmektir. Bu bağlamda genel olarak inovasyona yaklaşımın da değişmesi gerekiyor. Yeni teknolojilere, ürünlere, bilim ve eğitime yatırım yapmak aynı zamanda bu tür “birlikte yapmalar”ın örgütlenmesinin yeni nitelikli yollarının ortaya çıkmasına yatırım yapmayı gerektiriyor.
Çünkü bireyin gerçekten birey ve topluluğun da bireylerinin toplamından fazla bir şey olabilmesi için birlikte yaşamak, birlikte çalışmak, birlikte düşünmek, birlikte tartışmak, birlikte karar almak, birlikte yönetmek — birlikte yapmak gerekiyor.
Mariarosaria Taddeo ile Luciano Floridi’nin 24 Ağustos 2018 tarihli Science dergisinde yayınlanan “Yapay zekâ nasıl iyilik için bir kuvvet haline gelebilir?“ başlıklı yazılarından alınan aşağıdaki alıntı bu bakımdan çok çarpıcı:
Yapay zekâya dayalı karar ya da eylemlerin etkileri çoğu zaman tasarımcılar, geliştiriciler, kullanıcılar, yazılım ve donanım gibi birçok aktörün sayısız karşılıklı etkileşiminin sonucudur. Bu, dağıtık aktörlük olarak adlandırılıyor. Dağıtık aktörlükle birlikte dağıtık sorumluluk da gelir. Mevcut etik çerçeveler ise bireysel insani sorumlulukla ilgilidir ve ödül ve cezaları bireyin eylem ve niyetlerine dayalı olarak tahsis ederler. Dağıtık sorumluluğa cevap vermek üzere geliştirilmiş değillerdir.“
Aynı olgunun bir başka görünümüne edge.org’taki bir tartışmada felsefeci Daniel Dennett işaret ediyor:
Şimdi büyük bilim insanından, bireysel akıldan uzaklaşıyor ve dağıtık anlayışla uğraşmaya başlıyoruz. Hiçbir tekil kişi sonuçları anlayamaz, anlama ekip olarak belirir. Bu iyi bir şey. Bu bilimin bütün yapısını değiştirir, aynı şekilde felsefenin de. Şimdi akıllı tasarımcı, ister bir teorinin tasarımcısı ister bilimsel bir modelin geliştiricisi olsun, artık bir roldür. Bu durumda Nobel ödülleri devam ettirilemeyebilir, örneğin.
Görüş, ilgi, katkı ve çıkar farklılıklarının, çeşitliliğin varlığını kabul ettiğinizde kaçınılmaz olarak çoğulcu olursunuz. Hele şimdi aktörlüğün yalnızca ve yalnızca dağıtık ama gene de birlikte mümkün olabilir hale gelmesiyle çoğulculuk yeni bir önem kazanırken. Artık tam uyum ve amaç birliği aramak yerine tartışma, müzakere yoluyla ortak kararlara ulaşmaya çalışırsınız. Elbette bu mutabakatlar geçici olmak durumundadır ama demokrasi şiddete başvurmadan bu tür mutabakatları mümkün kılmada denenmiş tek ve en iyi yoldur. Öte yandan demokrasi de ancak bu tür mutabakatlar ve ortak mücadeleler yoluyla gelişip güçlenebilir.