8 Mart: Çimento ve katalizör

Kadın haklarına ve kadın hareketine şiddetle karşı olmak son dönemde birçok ülkede yükselen yeni gerici güçlerin en önemli ortak yanlarından biri. Trump’tan sonra Brezilya’nın yeni başkanı Bolsonaro da kadınlara (ve LGBTİ’lere) savaş açtı. İtalya’da Salvini’nin partisinin iktidar ortağı olmasıyla kadınların devlet hastanelerinde kürtaj yaptırmaları fiilen imkânsız hale geldi. İspanya’daki “kardeş” parti ise Madrid sokaklarında üzerinde Stop Feminazis yazısı giydirilmiş otobüsler dolaştırıyor. Macaristan’da Urban, Polonya’da Morawiecki kadın haklarını geriletecek yasalar çıkarma peşindeler. Benzer girişimler bizde de dini gerekçelerle gündeme getiriliyor.

Yeni gericilik (kimilerinin sağ popülizm dediği siyaset), işyerinde patronun, pazarda satıcının karşısında iyice güç yitiren, devletin karşısında zaten hiçbir zaman güçlü olamamış “küçük adamın” şimdi kadının yükselişi karşısında elindeki son güç parçasını, evdeki gücünü de yitirip iyice iktidarsızlaşacağı korkusunu (ve bir de kapıya dayanan göçmenlerin elinden işini, ekmeğini ve kimliğini alacağı korkusunu) istismar ederek güçlendi ve güçleniyor.

“Seçimle gelen otoritarizm” biçimindeki yeni gericiliğin boy atması en tepedekilerin en çaresiz olduğu bir döneme denk düştü: 1980’lerden beri uygulana gelen neoliberal politikalar en üstteki yüzde 1’in tüm gelirin yüzde 20’sini aldığı, geri kalan yüzde 99’un yüzde 80’i paylaştığı bir dünya yarattı. Üretkenlik ve reel ücretler uzun yıllardır tıkanmış bulunuyor. 2008’de patlayan büyük finansal krizden sonra bir türlü istikrarlı bir büyümeye dönülemedi. Pasta yeterince büyümüyor. Üstelik Soğuk Savaşın sonra ermesiyle bir yandan eski doğu bloku halkları öte yandan üçüncü dünya halkları küresel pastadan daha fazla pay ve dünya gelişmesinde daha çok söz hakkı istemeye başladı. Arap Baharından Occupy Hareketine birçok yerde ilk ciddi tepkiler boy gösterdi. Bu arada Doğu Avrupa halkları da sosyalizmin ardından batı kapitalizminden umduklarını bulamamanın düş kırıklığını yaşıyor. Hemen her yerde öfke kabarıyor. Geleneksel partiler artık güven kazanamıyor.

Hepsinin arka planında çoktan kontrol dışına çıkmış olan iklim değişikliği ve doğa tahribatı hızla doğal kaynakları zora sokuyor. Ekonomileri zorluyor. Çevreci hareket her yerde yükseliyor. 2015’te BM Paris Anlaşmasıyla önemli bir kazanım elde edildi.  

Ve bir de Çin’in yükselişi var.

Bu koşullarda en üsttekilerin demokrasi ve insan haklarının daha da gelişip yaygınlaşmasına, özgürlüklerin güçlenmesine fazla tahammülü olamazdı. O yüzden yeni gericiliğin yükselişi en tepede gizli bir sevinçle karşılandı, el altından desteklendi. Ondan beklenen mevcut düzeni tehdit eden hareketlerin engellenmesi, bunları besleyen kaynakların (demokrasinin, insan haklarının, eleştirel medyanın ve eleştirel sosyal bilimlerin, genel olarak eleştirel düşüncenin) kurutulmasıdır. Herkes haddini bilmelidir. İnsanın ve doğanın sömürüsü devam etmelidir. Yüzde 20 yüzde 30’a, yüzde 50’ye çıkmalıdır.

Onlar için – bütün dünyanın bütün egemen (erkek) güçleri için – kadının yükselişi en büyük tehlikedir. Çünkü, tüm sömürü sistemlerinin atası olan erkek egemenliğinin daha da zayıflamasının insanı ve doğayı sömürmeyi mümkün kılan sistemlerin sonunu getirecek yolu açacağını biliyorlar. Ve kadınların hareketlerinin budamaya çalıştıkları demokrasi, insan hakları ve çevre hareketlerinin katalizörü olacağının farkındalar.

Oysa göç nasıl geri dönmezse, evden çıkan kadın da bir daha geri dönmez. Kadınlar her yerde cesaretle onların karşısına dikiliyor. Rengârenk hareketleriyle, her yerde, uygun biçim ve tarzlarda seslerini yükseltiyorlar.

İşte bugün 8 Mart’ta da bütün dünyada bütün şehirlerde, hatta birçok yerde baskıları göze alarak, sokaklara çıkıyor ve “biz buradayız” diyorlar. Haftaya bugün, 15 Nisan’da da o kadınların çocukları, onların öğrencileri sayısız şehirde iklim değişikliğine karşı etkin önlemler alınsın diye bir günlüğüne okullarını boykot edecek.

Umutlu olmak için yeterince sebep var.

Ufukta Mor/ Yeşil/Kırmızı bayraklarla gelecek olanların görüneceğini umut edebiliriz.

Ancak şu da var — Türkiye’de (ve dünyada da) solun ve genel olarak ilerici hareketlerin sonuçta zayıf ve etkisiz kalmış olmasının çok önemli bir nedeni de uzun yıllar kadın sorununa (sonra aynı şekilde çevre sorununa) ilgisiz kalması, hatta kadın (ve çevre) hareketlerine olumsuz bakmış olmasıdır. Ancak sol örgütlerdeki kadın arkadaşlar —feministlerin de etkisiyle — kendi başlarına harekete geçtikten sonra erkekler olarak çoğumuz onlardan bir şeyler öğrenmeye ve onları desteklemeye başladık. Ama iş işten geçmişti. Bu da hepimize ders olmalı. Yoksa umut bir çare değildir.

Hayatımızın anlamı

Teknoloji geliştikçe yaşam tarzlarımız da değişiyor, doğal şeylere ihtiyacımız azalırken yapay şeylere ihtiyacımız hızla artıyor. Sıra yapay hamburgere geldi.

Doğada insan elinin değmediği yer kalmadı, insan şimdi bitki ve hayvan türlerinin genomuna el atıyor. Bu gidişle doğal canlı kalmayacak.

Hiyerarşilerde daha yukarıda olanların daha aşağılarda olan insanlara bağımlılıkları azalıyor. Fabrikalarında insanlar yerine robotları çalıştırmaya, bilgi işçilerinin yerine yapay zekâ algoritmalarını geçirmeye yöneliyorlar. Savaşlarda askerlerin yerine geçecek dronlar, robotlar geliştiriliyor.

Genel olarak diğer insanlara olan ihtiyacımızın giderek azaldığı bir yöne çekiliyoruz. Google’dan öğreniyor, Sirilere, Aleksalara vb. danışıyor, GPS aygıtlarına yol soruyoruz. Garsonsuz lokantalar, resepsiyonsuz otellerden sonra şimdi sürücüsüz arabaları bekliyoruz. Görsel ve Artırılmış Gerçeklik deneyimlerinin tadına varıyoruz. Arkadaşlık, yakınlık, insani iletişim ihtiyacımızı artık sosyal medyada karşılıyoruz. Ufukta robotlarla seks görünüyor.

İnsanların birbirleriyle ve çevreleriyle ilişkilerini düzenlemek ve insani gelişime yön vermek için binlerce yıl içinde geliştirdikleri politik organizmanın içi boşalıyor. Sanki veba salgını var. Partiler, parlamentolar, yargı, medya – siz sayın; hepsinin içi boşalıyor. Varmış gibiler artık. Tekeller, oligopoller, holdingler zaten piyasayı çoktan bir efsaneye dönüştürmüştü.

Ne var ki biz insanlar sadece fiziksel, maddi olarak değil bilişsel ve manevi olarak da ancak ekolojik sistemlerin bir parçası olarak var olabiliriz. Zekânın, öğrenmenin, duygusal tepkilerimizin, hatta hafızamızın birçok yanı organizmamızın dinamik olarak bağlı olduğu dış çevrenin unsurlarıyla birlikte işler. İnsan doğal ve sosyal çevresiyle birlikte, onlarla etkileşim içinde düşünebilir ve duygulanabilir.

O yüzden çalışma ve yaşama tarzlarımız bizi doğadan ve sosyal çevremizden uzaklaştırdıkça düşünce ve duygularımız da gerçekliklerden uzaklaşarak sahteleşiyor. Duygular duyu yığışımlarından, düşünceler sayıklamalardan ibaret hale geliyor.

Hayatımıza verdiğimiz anlam kendi bedenimizin ve kişisel çıkarlarımızın ötesine erişemiyor. Dolayısıyla doğaya, çevremize ve giderek gezegenin hayatına verdiğimiz anlam kendi dört duvarımızın arasında kalmaya mahkûm hale geliyor.

Oysa ilk günlerimizden beri kendimiz, sosyal çevremiz ve doğa birlikte bütünsel bir anlam kümesi oluştura gelmişti. Sosyal çevremizden ve doğadan uzaklaştıkça aslında kendi hayatımıza da bir anlam veremez hale geliyoruz.

Dolayısıyla artık hakikate de anlam veremiyoruz. Yalan ile doğrunun ayrımıyla ilgilenmiyoruz.

Bütün bunların bizi insan-ötesi (transhuman) ya da insan-sonrası (posthuman) bir şeye dönüştürme ihtimalini bazıları insanlık tarihinin en büyük müjdesi olarak alkışlıyor. Daha çok para, daha çok güç, daha çok hegemonya kazanmak için insana veda etmeye razılar. Bunun için yarı yapay organik maddelerden, yarı makinelerden oluşan hibrid bir bedende, akılları bilgisayarlara yüklenmiş bir şekilde yaşamayı hayal ediyorlar. Kendilerini ölümsüzlük hayaliyle kandırıyorlar.

Ama bizi de kolayca kandırabiliyorlar. Politikacılar, kanaat önderleri, troller, reklamcılar, nöro-pazarlamacılar – “algı yöneticileri” — bizi peşlerine takabiliyorlar. 

*  *  *

Bu darboğazdan kurtulmak ve kendi kaderimizi kendi ellerimize alabilmek için hayatımıza yeni bir anlam vermek zorundayız.

Bizler bireyiz, bireyler olarak ihtiyaçlarımız var, bireysel olarak kendimizi geliştirmek isteriz. Duygu ve düşüncelerimiz değer taşısın isteriz. Arzularımız var.

Ama bizler topluluklar içinde yaşarız. Ağaçlardan oluşan orman gibiyiz. Diğer ağaçlara muhtacız. Köklerimiz ormandaki ağaçlar gibi birbirlerine dolanmıştır. Birlikte besleniriz. 

Şairin dediği gibi, en derin hasretimiz, “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamak”tır.

Hayatımıza, en genelde bu ikisinden birine daha çok vurgu yaparak bir anlam verebiliriz.

Bireye, ben’e daha çok vurgu yaptığımızda, daha çok güce, daha çok hiyerarşiye, daha çok mülkiyete, daha çok rekabete, daha çok sonuç/performans/bilgi/yaratıcılığa önem veririz. Satış uzmanlarının deyişiyle “yalnız kurt” gibi düşünür ve davranırız. Kendimizin dışında bir anlam bulamayız. Aslında anlamsız, bomboş bir hayat yaşarız.

Topluluğa, biz’e daha çok vurgu yaptığımızda, bizim için karşılıklı güven, yatay ve eşit haklı ilişkiler, paylaşma, birlikte yapma, süreç/fikir /öğrenme, deneme-yanılma ve sebat  daha çok önem taşır. “Takım oyuncuları oluruz.”  Kendimizle sınırlı olmayan, kendimizin ötesinde bir yaşam amacıdır bu.

Birlikte yaşamak, birlikte çalışmak için hayatımıza birlikte anlam vermek zorundayız. Değerli olan ne, hakikat ne? Nasıl yaşamak istiyoruz? Bunlara ancak birlikte karar verebiliriz. 

İşte bize demokrasi asıl bunun için lazım.

Çünkü bireyler olarak anlamı ancak politik tartışmaya katılarak bulabiliriz. Bu soruların yanıtını birlikte tartışarak bulabiliriz. Sadece insanları böyle anlamlı bir tartışma içinde birleştirebilen, bağlantılandırabilen bir politik organizma gerçekten insanidir. Tatmin edici bir kişisel gelişimin tek yolu kolektif politik yaşama sivil katılımdır. 

Gerçek demokrasi de ayrımsız tüm insanlara böyle bir tartışmaya ve birlikte karar almaya katılma olanağı sağlayan bir demokrasidir.

İnsanlar arasında eşit haklı, hegemonyasız, dayatmasız – özgür – bir yaşam ancak böyle birlikte verilmiş kolektif bir anlam varsa mümkün olabilir.

İnsan gibi yaşamak

Sonsuzluğun Kıyısında filminde Van Gogh, “Tabiata baktıkça” diyor, “bizi birleştiren şeyi daha iyi görüyorum. Resim yaparken kendimi dışımdaki ve içimdeki her şeyin bir parçası olarak hissediyorum.”

Bu sözler bizi insan yapan şeyi ne güzel anlatıyor. Biz insanlar bizi çevreleyen dünyanın, doğanın ve diğer insanların ayrılmaz bir parçasıyız. Bu sayede varız — insanız.

Ama bugün öyle bir yere geldik ki doğanın ve diğer insanların bir parçası olduğumuzu neredeyse unuttuk, doğayla bir ve aynı olduğumuz bilgisinden koptuk, bu akrabalığımızı fiilen inkâr eder hale geldik. Sanayileşme bizi artan bir hızla doğadan uzaklaştırdı, kapitalizm bizi böldü parçaladı, diğer insanlarla öldürücü bir rekabete soktu.

Bugün doğaya ve insana bakışımız insanın doğa üzerindeki ve insan üzerindeki tahakküm çabalarının prizmasından çarpılarak biçimleniyor. Bütün bunlar bize insanlığımızı unutturuyor.

“Kendim” tanımımız da iyice daraldı. Artık “kendimizi” sadece kendi bedenimizden ve kendi kafatasımızın içindeki şeyden ibaret olarak görüyoruz. Kendimizin sınırlarını iyice daraltıyor ve sıkılaştırıyoruz.

Bugün ekolojik krizi ve dünya fırtınalarını topluca ve sistematik olarak umursamıyorsak, diğer insanların başına gelenlere giderek daha ilgisiz hale geliyorsak, bunun nedeni “kendim” tanımımızı iyice daraltmış olmamızdır. Böylece kişisel kaygı, sorumluluk ve angajman alanımız olarak düşündüğümüz şeylerin tanımını da daraltıyoruz. Artık umursama ufkumuz derimizin bittiği yerde bitiyor.

Bize “kendini tanı” dediklerinde öne çıkardıkları psikolojik söylemle bizi kendi içimize kapanmaya yöneltiyorlar. Öte yandan sosyal medyanın “yankı odaları” böyle bir kapanmayı hızlandırıyor. Kendimize bakalım, biyo-geribildirimlerimizi izleyelim, kendimizi geliştirelim diye bize sundukları türlü çeşitli biyo-aletler, sağlık ve meditasyon app’leri de esas olarak aynı işleve hizmet ediyor. Bunlar giderek bizim üzerimizde güç kazanıyor ve dünyaya angaje olma yollarımızı değiştiriyor. Artık başlıca projemiz kendimiz ve bedenimiz. 

Dev teknoloji şirketleri ekonomik davranışlarımızı, devletler de sosyal ve siyasal davranışlarımızı kontrol ve maniple etmek için her türlü verimizi gözetimleri altına sokarken, bize de, siz kendi bedeninizi ve ruhunuzu gözlemekle oyalanın diyorlar.

Bu bir kısır döngü, buradan bir yere varamayız. Bizim, insanlığımıza dönmemiz gerekiyor. Bu bizim insan olarak doğanın ve diğer insanların parçası olduğumuz bilgisini yeniden bütün boyutlarıyla hatırlamaya ve yeniden anlamlandırmaya başlamamızı gerektiriyor.

Milyonlarca yıl içinde bütün bedenimiz başka canlılarla etkileşimler içinde biçimlendi. Örneğin, ormanlardan savanlara çıktığımızda otlar arasında sürünerek yaklaşan yılanları fark edebilmek için gözlerimiz bu kadar keskinleşti. Vahşi hayvanların peşine düşmek ya da onlardan kaçmak zorunda olmasaydık bu kadar hızlı koşamazdık. Öte yandan başka insanlarla etkileşimlerimiz olmasa ne dilimiz ne düşüncelerimiz gelişebilirdi. Kimliğimiz dış dünyamızla ve toplumuzla yürüttüğümüz derin ve sonsuz konuşmalar içinde oluşur. (Bu konuşmalar bozulduğunda da kimlik krizimiz başlar. Bugün milliyetçilik ve kabilecilik bu konuşmalarda parazit yaratıyor ve kopukluklar üretiyor.)

Tüm canlılar çok sayıda, sürekli değişen ağlar içinde konumlanmıştır. Hepimiz evrende çarpışan parçacıkların ağları, dünyamızın atmosferindeki etkileşimli döngü ve akışların ağları, ülkelerimiz ve şehirlerimizin otoyol ve cadde ağları ve ailelerimiz, dostlarımız, çalışma arkadaşlarımız ve komşularımızdan oluşan sosyal ağlarımız içinde var oluruz. Hepimiz tıpkı bir ve aynı biyosferin içinde olduğu gibi, bir ve aynı noosferin (fikir ve kültürlerin evreni) içinde yaşarız. Bu ağların her birinden çok çeşitli şekillerde etkilenir ve her adımımızla her birini etkileriz. O yüzden bu kadar bağlantılı ve hareketli bir evrende bu ağların bir tanesinin bir parçasına zarar vermek demek, bu zararın pekâlâ bumerang gibi dönüp bize zarar vermesini getirebiliyor.

Yaratıcılığımız da ilişkilerimiz içinden çıkar. Van Gogh o eşsiz resimleri doğayla olan ilişkisinden çıkarıyordu. “Walter Benjamin’in deyişiyle” diye anlatıyor heykeltraş Erdağ Aksel İstanbul Art News’daki bir söyleşisinde, “Leonardo bile tek başına bir deha değildi, etrafında ona maddi ve manevi ve işçilik olarak destek veren binlerce insan vardı. Her gün bu yardımı alıyor, tek başına bir karakter değil o.” Bu ay Amsterdam’da açılan büyük Rembrant retrospektifinde, ilk kez olarak, ressamın sosyal networkünün bir grafiği de sergileniyor.

İşte insanın kendisini tanıması aslında bu konumunu bilmesidir. Kendimizi geliştirmenin tek yolu dışımızdaki dünyayı tanımaktır, dünyadaki yerimizi anlamanın ve anlamlandırmanın yolunu başka türlü bulamayız. “Kendime doğru yolculuğa çıkmayı tahayyül edeceksem, ‘öteki’nden geçmem gerekir. Öteki, ben için esastır” diyor Adonis.  

Aklımız da evrenle aramızdaki bağdan oluşur, aklımız başka insanlar ve nesnelerle ilişki ve bağlantılar içinde var olabilir ancak ve bize olduğu kadar evrene de aittir. “Gökyüzüdür zarı beynimizin/ İçinde kuşlar bulutlar gezer” diyordu Melih Cevdet bir şiirinde.

İnsanlığımızı kazanmanın yolu doğanın dengelerini, diğer canlıların esenliğini tehdit eden yaklaşımlara, insanı gereksizleştirme ve dışlama çabasındaki girişimlere karşı durmaktır. Kişisel bakım ve gelişim anlayış ve teknolojilerimizi bireysel bedenlerimizin ötesine, doğanın bakımını ve diğer insanların gelişimini de umursayacak şekilde genişletecek yaklaşımlara ihtiyacımız var.

İçinde yaşadığımız koşulları değiştirmek istiyorsak, önce tüm çevremizle olan ilişkilerimizi değiştirmeliyiz. 

Nasıl yaşamak istiyorsun sorusunun cevabı, başkalarıyla ve doğayla nasıl ilişkiler içinde olmak istiyorum sorusunun cevabında gizlidir. İnsan gibi yaşamanın yolunu böyle inşa edebiliriz.

En azından bir boksör kadar

Boks bütün dünyada en çok ilgi gören sporlardan biri; sadece seyirciler açısından değil sanatçılar açısından da. Boks konusunda Charlie Chaplin’den Martin Scorsese’e birçok yönetmenin çektiği filmler var. Sylvester Stallone’un Rocky’si, Roberto De Niro’nun Kızgın Boğa’sı ve Hillary Swank’ın Milyon Dolarlık Bebek’i Oscar almış unutulmaz filmler arasında. Boksa ressamlar ve edebiyatçılar da ilgisiz kalmamış. Boksu konu alan 150 roman ve öykü varmış. Bertolt Brecht, Ernest Hemingway, Norman Mailer bu konuda adı geçen yazarlar.

Ancak Neue Zürcher Zeitung yazarlarından Walter Rüegsegger’in 13 Şubat günkü yazısında belirttiğine göre, boks konusunda en ilginç düşünceler bir kadın tarafından geliştirilmiş. Pulitzer ödüllü Amerikalı yazar Joyce Carol Oates, “Boks Üzerine” başlıklı denemesinde boksörün psikolojisinden, ringde ölümüne ve boksun eleştirisine kadar boksu çok çeşitli yanlarıyla bütün karmaşıklığı içinde ele almış. Oates, bu yazısında boksun diğer sporlardan farkını ortaya koyuyor. Yazara göre boks aslında bir spor değil, yaşam için, insan varoluşu için bir metafor. “Boksta esas olarak oyunla, aydınlıkla ilgili, hoşa gidecek bir şey yok. En yoğun anlarında yaşamın eksiksiz, güçlü bir resmidir boks—onun güzelliğinin, kırılganlığının, hesaplanamaz ve çoğu zaman yıkıcı cesaretinin resmidir; salt bir spor olmaktan çok hayatın kendisidir.”

Boksu bu şekilde varoluşsal bir dram olarak tasvir eden Oates aynı yazısında kendisi gibi boks üzerine yazan yazarları ele alarak, boks yapmak ile yazı yazmak arasında bir yakınlık arıyor. “Boksör bir yazarın, bir ressamın hiçbir zaman öğrenemeyeceği ölçüde kendi sınırlarını öğrenir. Çünkü biz yazarlar kendimizi tam tanımayız. Sürekli hareket halindeki değer ve yargılardan oluşan kaleydoskopik bir dünyada yaşarız. Hakiki aydınlanma bizi en yüce uğraşlarımıza mı yoksa sadece ulvi bir kendini kandırmaya mı yöneltiyor, bunu nihai bir kesinlikle söyleyemeyiz.”

Sanıyorum, onlarca yıldır “dünyayı kurtarma” çabasındaki bizler de Oates’in yazarlarıyla aynı kumaştanız. Normal dünyada yaşayan insanlar aslında her gün bir tür boks yapıyor. Var kalmak için didinmek zorundalar. Kendilerini tanıyorlar.

Aynı zamanda politikayı da tıpkı bir boks maçını seyreder gibi izliyorlar. Politika sahnesinde oynanan oyunun kendi yaşamsal var oluşlarının eksiksiz bir resmi olduğunun farkındalar.

Politikadan kendilerine yansıyanları bu varoluş metaforunun süzgecinden geçirerek alımlıyorlar. Orada, “sınıra dikilecek duvar”dan söz edildiğinde, duvarı; işlerini ellerinden alacak göçmenlere, çocuklarının ahlakını bozacak LGBT’lere, ailelerini borç batağında boğacak bankalara, pazarları basacak Çin mallarına, kısaca hayatlarını cehenneme çevirdiğini düşündüklere her şeyin karşısında yükselecek bir duvar olarak alıyorlar.

Burada, “beka sorunumuz”dan söz edildiğinde bunu kendilerinin ve ailelerinin bekası olarak anlıyorlar. İşsiz mi kalacağız, ay sonunu nasıl getireceğiz, gene mağdurlar arasına mı katılacağız, kazandıklarımızı elimizden mi alacaklar… Bu sözü, bireysel anılarının ve gelecek beklentilerinin prizmasından geçtiği şekliyle duyuyorlar.

Duyduklarının kalpleri ve akılları üzerindeki etkisi mesajın içerdiği enformasyonun içeriğinden çok inanmaya hazır ve istekli oldukları şeyden geliyor. İnanmaya hazır oldukları şeyleri de olgular değil dünyadaki yerlerine ilişkin sahip oldukları imge belirliyor.

The World Post editörü Nathan Gardels’in 9 Şubat günlü yazısında belirttiği gibi, trolları alt edecek olan şey üstün fikirler ve daha iyi enformasyon değil. Yalanlara karşı doğruları dikmek, kanıtları sıralamak yetmiyor. Belirleyici olacak mücadele metafor ve imgelerin—insanları birbirlerinden ayrılmaya itecek kadar etkili metaforlar karşısında onları bir araya gelmeye zorlayacak kadar çekici metafor ve imgelerin—gücüyle ilgili. Regis Debray’in bir keresinde dediği gibi, “Sosyal bağlar sembolleri değil, semboller sosyal bağları yaratır.”

Duygu ve hisleri dışarıda tutarak, onların duygulanımını anlamadan insanları anlayamayız. Duygular ise güçlerini yaşamsal var oluş sürecinden alır. İnsanlar boks maçlarını da duygularıyla seyrederler.

Üstelik günümüzde biyo-teknoloji ile bilişim teknolojisinin iç içe geçmesiyle, bizim hakkımızda muazzam miktarda veri toplayıp etkin şekilde işleyebiliyorlar. Bu analizlere dayanarak duygularımızı yönlendirmeye çalışıyorlar. Son yıllardaki “uydurma haber” furyası sırasında bunun basit bir örneğini gördük. Uydurma haberler her zaman vardı, ama bu sefer farklı olan hikâyeyi belli kişiler için, önyargılarını bildikleri belli insanlar için mikro düzeyde özel olarak biçimlendirebilir hale gelmiş olmaları.

Ayrıca insanlar özgür iradeye, duygularının mistik bir manevi kapasiteyi temsil ettiğine ne kadar çok inanıyorsa, onları maniple etmek o kadar kolaydır, çünkü duygularının belli bir dış sistem tarafından maniple edildiğini kesinlikle düşünmeyeceklerdir.

Kuşkusuz duvar, beka vb. sembolik ilişkilendirmeler insanları bir arada tutmada ancak gerçeklikten çok fazla uzaklaşmadıkça başarılı olabilirler. Sapma büyürse bağ kopar. O yüzden mantıklı politik tartışmayla yönetişim konusunda bir mutabakata varabilmek için son tahlilde her zaman güvenilir olgular ve tarafsız kurumlar şarttır. Nathan Gardels, “Cumhuriyetlerin intihardan kaçınmasının başka yolu yoktur” diyor.

Bize gelince; boks üzerine yazan bir başka düşünür olan İspanyol ressam Eduardo Arroya, “Boksör bir maçı kazanabileceğini ya da kaybedilebileceğini bilir” diyor. “Kaybetmeyi bilmenin içerdiği bu tevazu beni çok etkiler.” Hakiki aydınlanmanın bizi en yüce uğraşlarımıza götürebilmesi için, böyle mütevazı bir şekilde, kendimizi tanımanın–en azından bir boksör kadar–zamanı çoktan geldi geçiyor.

Teknoloji bize ne yapacak?

Yeni dertlerimizden biri de “teknoloji biz insanlara ne yapacak” sorusu. Yeni bilgi işlem teknolojileri, blok zinciri, nesnelerin interneti, büyük veri, siber olanaklar; yapay zekâ ve robotlar, ileri malzemeler, dronlar; biyo ve nöro teknolojiler; jeomühendislik ve uzay teknolojileri… Bütün bunlarda çığır açıcı gelişmeler yaşanıyor. Böyle giderse teknoloji üretimde, hizmetlerde, askerlikte ve daha birçok alanda insanı gereksizleştirecek diyorlar. 

Teknoloji gerçekten toplumsal ve doğal ekosistemleri–her şeyi–değiştiriyor. Teknoloji ve toplum karşılıklı birbirlerini şekillendirir, biz teknolojileri yaparız teknolojiler de bizi yapar. Her teknoloji kullanıcısının zihnini etkiler, söz gelimi bilgisayar kullanan kalem kullanandan farklı düşünür ve davranır.

Onun için “teknoloji bize ne yapacak” sorusu bizi bu kadar ilgilendiriyor. Ama bir de şu soru var: “Biz teknolojiye ne yapacağız?” Bu soru çok daha önemli, çünkü teknolojiler hiçbir zaman bazılarının bizi inandırmak isteği gibi, kendi başlarına ya da baştan belli değişmez bir patikayı izleyerek gelişmez.  Tüm teknolojiler politiktir, toplumsal arzu ve uzlaşmaların sonucudur. Belli tercihlerin ürünüdür. Teknolojiler nötr de değildir, gelişimlerini belirleyenlerin değerlerine göre biçimlenirler. O nedenle kaçınılmaz da değillerdir.

Her teknolojinin faydalarının yanı sıra zararları da olur. Teknolojik gelişme çözdüğü sorunlar kadar yeni sorunlar da çıkarır. Ancak fayda ve zararları hiçbir zaman eşit olarak dağılmaz, mevcut sosyal yapı nasılsa ona göre dağılır. Sosyal yapıda eşitsizlikler ne kadar büyükse, teknolojik gelişmenin nimet ve belaları da o kadar eşitsiz dağılır. Aynı şey jeopolitik güç dengeleri için de geçerlidir. Kısaca teknolojik gelişimin her zaman kazananları ve kaybedenleri vardır.

Günümüz toplumlarında yeni teknolojilerin gelişimini bu toplumların egemen kesimleri belirliyor. Bu gelişime damgasını vuran onların değerleri oluyor. Bu gelişim onların çıkarına yol alıyor.

Egemen elitlerin ortak amacı insanlardan mümkün olduğu kadar bağımsız olmak, insana muhtaç olmaktan kurtulmak. İnsan onlar için her zaman bir maliyet ve potansiyel bir tehdit. İnsanın fiziksel gücüne olan ihtiyaç makinelerle karşılandıktan sonra, şimdi sıra onun entelektüel ve zihinsel gücüne olan ihtiyaçtan kurtulmaya geldi. Kol emeğinin otomasyonunu zekânın otomasyonu izleyecek.  Otomatik kollar ve şimdi de otomatik beyinler. Gereksizleşen insanlar da her yer ve mekânda 7/24 işbaşında olacak gözetim sistemleriyle kontrol altında tutulacak. Gidiş bu yönde. Çin’de de, Amerika’da da. En azından niyetler.

Bugün yeni teknolojileri geliştirenler için etkili ve geçerli hesap verebilirlik mekanizmaları yok. Şeffaflık hiç yok. Onlar için bu kadar özgürlük hiç olmamıştı. Bu konuda küresel yönetişim mekanizmaları da yok. Çoğu politik karar alıcı da neyin geliştirilmekte olduğunu anlayacak bilgi ve tecrübeye sahip değil. (Kaldı ki bugün yapay zekâ için derin öğrenme algoritmalarını yazan programcılar bile o makinenin neyi nasıl öğrendiğini anlayamıyor, bilemiyor.)

Bize söylenen; teknolojik gelişmenin tartışılmaz ve kaçınılmaz olduğudur, geliştirilen şu ya da bu teknolojinin mümkün olan tek teknoloji olduğudur, alternatifsiz ve evrensel olduğudur. Bütün insanlığın yararına olduğudur.

Bizim görüşümüz ne? Biz, yani yeni teknolojilerden etkilenecek ve–büyük ölçüde kaybedecek tarafta– olanlar teknolojiye ne yapacağız? Teknolojinin nasıl gelişmesi gerektiğini dair bizim anlatımız ne olmalı?

Teknoloji elbette yararlı, onun gelişimine elbette bizim de ihtiyacımız var. Teknolojik gelişme insanlığa çok daha adil, barışçı, özgür, bolluk içinde, gerçekten global bir toplum geliştirmede de yardımcı olabilir. Ama bizim açımızdan soru, teknolojinin toplumun yaşamını iyileştirici, insanı güçlendirici ve eşitsizlikleri azaltıcı, insanın doğaya verdiği zararları giderici şekilde nasıl geliştirilmesi gerektiğidir. Kısaca, yeni teknolojilere insani değerlerin nasıl egemen kılınacağı sorusudur. Bu soruların cevaplarını bulmak için yeni teknolojilerden etkilenenlerin de sesini duyurabileceği koşullarda geniş diyaloğa, müzakere ve işbirliğine gerek var.

Teknoloji, alet ve becerilerin mükemmelleşmesi yoluyla değil teknoloji felsefemizin mükemmelleşmesi yoluyla mükemmelleşir.

Dijital madalyonun iki yüzü

Madalyonun bir yüzünde dijital kapitalizm insan verilerinden çıkardığı davranış analizlerini kullanarak insan davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendiriyor. Piyasayı bir total kesinlik projesine dönüştürüyor. “Görünmez el” diye bir şey kalmıyor. Benzer şekilde her türlü yönetişim de politika dışında belirlenmiş kesinliklerin uygulanmasından ibaret hale geliyor. Oysa kesinliklerin hâkim olduğu yerde sosyallik, güven, özgür irade, demokrasi— hiçbirine yer kalmaz.

Belirsizliğin kesinliği ürkütücü olsa da belirsizlik insanlığın bütün kazanımlarına ebelik etmiştir. Yarın ne olacağını bilemediğimiz için ürkeriz ve onun için dostlar ararız. Sosyal güven ve uyum ihtiyacımız bu belirsizlikten gelir. Sosyal örgütlenme ihtiyacımız, sevgi bağları, meşru otorite arayışımız ve karşılıklı hak ve yükümlülüklerimizi belirleyen sözleşmelerin nedeni hep yarın ne olacağının bilinmemesinde yatar.  “Özgür irade” dediğimiz şey de öyle. Yarın ne olacağını kesin olarak bilsek bunlara ne gerek olurdu? Toplumun, sosyal varlığın ve demokrasinin temelinde bu kesin belirsizlik yatar. Bilinen bir gelecek kimseyi heyecanlandırmazdı.

Hayatın ayrılmaz parçaları olan kaos, belirsizlik, çatışma, anormallik, mahremiyet ve uyumsuzluk, şimdi öngörülebilirlik, otomatik düzenlilik, saydamlık, bütünleşme, ikna ve pasifikasyon lehine giderek tasfiye edilmeye çalışılıyor. İnsanın kutsallığı, samimiyet bağları, sosyallik ve bunların beslediği güven ve dayanışma duygusu, kısaca insani doğamızın en değerli yanları tehdit altında.

Madalyonun diğer yüzünde Silikon Vadisinde sembolize olan dijital kapitalistler bugün ölümsüzlük peşinde. Bilim ve teknolojideki devrimci ilerlemelerle ölümün yenilgiye uğratılabileceğini söylüyorlar. İnsan genomunun programlanmasından, insan vücudunun yapay organlarla donatılmasına, hatta insan aklının makinelere yüklenmesine kadar çeşitli yollardan ölümsüzlüğe ulaşılacağını ileri sürüyorlar. Hiç de vizyoner değiller.

Çünkü ölümsüzlük mutlak ölüm olur. Bizi yaşatan, ayakta tutan ölüm korkusudur. Yaratıcılığımızı besleyen ölüm korkusudur. En büyük esin kaynağımız ölümsüzlük hayalimizdir. Yaşam ölümle vardır. Ölüm olmadan her şey boş olur ve cazibesini yitirir. Ebedi yaşam ebedi can sıkıntısı demektir. Bu dünyada hayatı ölüm korkusu düzenler, o güzelleştirir, en büyük motivasyon kaynağı odur —güzellikler için olduğu kadar ve her türlü iğrençlik için de. Bu dünyada kesin olan tek şey ölümdür. Ölümün nesnel bilgisi ile ölümsüzlük öznel inancının çelişik birlikteliği insan huzursuzluğunun ana kaynağıdır. Uygarlıkların ebesi hep ölüm korkusu olmuştur. Ölümsüzlük ancak hayal olarak kaldığı sürece insan yaratıcı ve vizyoner olabilir.

İnsanı hayvandan ayıran şey de ölüm korkusudur. Homo socius, homo faber ve homo logiens (sosyal insan, teknik insan, mantıklı insan) homo sapiens öncesinde de vardı. Homo sapiens’in farkı ölülerini gömmesi ve resim yapması oldu. Mağara duvarlarına yaptığı resimler var oluşunun kendi zihnindeki resimleriydi. 

İnsan; ölüm korkusuyla motive olarak varlığın zihinsel resmini yapabilen ve buradan ve bunlarla türettiği hikâyeleri diğer insanlarla paylaşıp onlarla birlikte ölüm korkusundan kurtulmak/doğaya bağımlılığını azaltmak amacıyla eylemler yapan hayvandır, diyebiliriz. Mitleri ve büyüleri de (ve dinleri) ölümle yüzleşebilmek için geliştiririz.

İnsan ölümden korkarken ölümsüzlüğü düşler ama ölümsüz olamayacağını bilir. Ama, dijital kapitalistlerin özgüveni yüksek. Bilim ve teknolojiye, finans dünyasına egemen olanlar sonunda ulaştıkları muazzam politik, ekonomik ve teknolojik güç yüzünden ölüme de egemen olabileceklerini hayal etmeye başladılar. Bugün bizi sosyal ve doğal olarak belirlenmiş insanlığımızdan giderek uzaklaştıracak bir yola zorluyorlar. Doğadan bağımsızlaşabilecekleri, sosyale ihtiyaçları kalmadığı, ölümden kurtulabileceklerini sanarak, post-insana dönüşmek hayaliyle bizi insan yapan her şeyi imha etmenin eşiğine geldiler.  

İnsanın dünyası, kesin olan tek şeyin ölüm olduğu bir dünyadır. Ve hep öyle olacaktır. Mars’a gittiğimizde de.