İsyan yavaş yavaş yayılıyor ve yükseliyor. Tarih böyle bir isyanı daha önce hiç görmedi. Bu kez yeryüzü ve insanlar birlikte isyan ediyor. İkisi de kendi tarzında “yeter artık” diyor, “bu böyle gitmez.”
Atmosfer sıcaklığını artırarak, buzullar eriyerek, hortumlar, seller, orman yangınları alışılmış çevrimlerini değiştirerek, türler sahneden çekilerek yeryüzünün isyanını dile getiriyorlar.
Değişik coğrafyalarda birçok şehirde insanlar günlerce, haftalarca meydanlarda toplanarak içlerinde biriken öfkeyi haykırıyor. Bir kentte şiddetle bastırılan isyan bir süre sonra başka bir kentte yeniden boy gösteriyor. Gene başka şehirlerde “Cumaları Gelecek İçin“ ya da “XR – Yokoluş İsyanı“ gibi hareketler yaygınlaşıyor. Neredeyse tüm ülkelerde kadın hareketleri etkinliklerini ve etkilerini artırıyor. “Yeşil Yeni Anlaşma“ konsepti altında yeşil ve sosyal fikirler Amerika’da ve Avrupa’da büyük politika alanında iç içe geçmeye başlıyor, geniş kitlelerin ilgi odağına yerleşiyor. Öte yandan göçmenler de önlerine çıkarılan engelleri bir şekilde aşarak zengin ülkelere yönelmeye devam ediyor.
Greta Thunberg’in Birleşmiş Milletler Kürsüsünden dünyayı yönetenlere yönelttiği “Siz bizi aldattınız, hayallerimizi yıktınız, buna nasıl cesaret ettiniz!“ sözü sanki tüm dünyada tüm yönetilenlerin ortak görüşü haline geliyor.
Ancak bütün bunların dünyayı yönetenler üzerinde henüz pek bir etkisi görülmüyor. Pervasızlıkları devam ediyor. Hâlâ maddi ilerleme ve endüstriyel genişlemenin sosyal, çevresel ve politik yıkım getirmeden devam edebileceğini ileri sürüyorlar. Yollarını değiştirmeye yanaşmıyorlar. O yüzden ekolojik çöküş ve biyosferin daralması, sosyal ve ekonomik eşitsizliğin büyümesi hızlanıyor. Ekonomik ve politik güç giderek daha az sayıda elde yoğunlaşıyor ve kurumsallaşmış şiddet artıyor. Başvurdukları çare demokratik yönetişimden vazgeçmek, insanların özgürlüklerini kısıtlamak, kazanılmış hakları geri almak, militarizmi tırmandırmak oluyor. Her yerde isyanın karşısına çıkardıkları biber gazı ve göz yaşartıcı bomba oluyor.
Bütün bu yaptıklarını haklı göstermek ve üstünü örtmek için de “korku politikası”na başvuruyor, insanların öfke, korku ve güvensizlik duygusunu manipüle etmeye çalışıyorlar. Tıpkı yasalara bağlı çalışmak zorunda olan geleneksel baskı kuvvetleriyle yetinmeyip çeşitli “özel güvenlik güçlerini” devreye sokmak zorunda kaldıkları gibi, yeni bilinç karartma ve algı yönetme araçlarına da başvuruyorlar. İdeolojinin yerini olgu ve kanıtları dikkate almayan, içi boş konspirasyon teorileri ile “mağduriyet duygusu, paranoya, narsisizm ve eğlence karması”ndan oluşan “postmodern popülizm” alıyor.
Özetle, Büyük İsyana böyle “hibrid bir savaş”la karşı koymaya çalışıyorlar.
***
Bugün gene insanlık tarihinin aşırı ölçüde şiddete dayalı ve istikrarsız bir dönemindeyiz ama bu daha önce yaşananların hiçbirine benzemiyor. O nedenle bugünkü gerçekliği geçmiş dönemlerin koşulları altında biçimlenmiş teori ve bakış açılarıyla anlamak ve o dönemin kavramlarıyla anlamlandırmak mümkün olmuyor.
Kent isyanlarını dünya çapında bir “devrimci durum” olarak görmek ne kadar yanıltıcı ise, bunların kendi başına olumlu sonuçlar getireceğini sanmak da o kadar anlamsız. Evet, isyanlar genellikle yeni bir dönem başlatırlar, ama iyi gelişmelere yol açabilecekleri kadar isyan edenlerin hiç istemedikleri sonuçlar da getirebilirler. Her şey kuvvetler dengesine bağlıdır.
Orta ve Doğu Avrupa’da eski sosyalist ülkelerdeki 1989 isyanları başarıya ulaşarak isyan ettikleri rejime son vermeyi başarmıştı, ama kurulacak yeni düzeni etkilemeye, olumlu yeni bir sentez oluşturmaya yetecek güçleri yoktu. O yüzden son sözü söylemek batı kapitalizmine kaldı.
Occupy Hareketi, Arap Baharı, Gezi gibi örnekleriyle bir önceki kent isyanları dalgası dünya çapında umut dolu yankılar uyandırmıştı. Sosyal medyanın olanaklarını kullanarak kendiliğinden ve olağanüstü hızlı bir şekilde insanları büyük eylemlerde buluşturması, örgütlere ve liderlere ihtiyaç duymadan direnmesi her yerde ilgi ve sempati yaratmıştı. Bu yeni tarz isyanlar birçok yeni gelişmenin başlangıcı oldu, ama hiçbir yerde kalıcı olumlu sonuçlar getiremedi.
İnsanları sosyal medya aracılığıyla kısa süreler içinde mobilize etmek, büyük kitle eylemlerinde bir araya getirmek, lojistik ve haberleşme sorunlarını çözerek anında tepki göstermelerini sağlamak, bugün de Hong Kong’daki eylemlerde gördüğümüz gibi, protesto ve direniş için muazzam bir olanak olarak ortaya çıkıyor. Ancak anındalığın ve kendiliğindenliğin bu büyük cazibesi, sonuç alıcı politik güç oluşturma açısından yaşamsal önemde olan inşa süreci—sosyal hareketin inşa edilmesi—henüz tamamlanmadan sosyal seferberliğe başlanmasını getiriyor.
Bir süre şu ya da bu düzeyde katılmış herkesin bildiği gibi, sosyal hareketlerin inşa olması her zaman uzun süreler gerektirir. Sosyal seferberliğin kısa vadeli taktikleriyle ulaşılacak bir şey değildir. Kapasite oluşturmak, uzun vadeli örgütlenmek, taktik ve strateji geliştirmek için müzakereler yürütmek ve kalıcı yapılar oluşturmak ve bunları deneme ve yanılma süreçleri içinde geliştirmek için görece uzun zamanlara ihtiyaç vardır. En önemlisi hareketin başarısı için zorunlu olan unsurun, katılımcılar arası karşılıklı sosyal güvenin oluşması için zamana ihtiyaç vardır. Birlikte çalışmak, tartışmak, geçmiş deneyimlerin derslerini değerlendirmek, dostluklar geliştirmek, karşılıklı güven oluşturmak açıktır ki sosyal medya iletişiminin zayıf bağlantılarıyla olacak şeyler değildir. Sosyal güven insanlara aralarında benzer anlamlarla, referans noktalarıyla, temel bilgiye dayanan medeni bir iletişim kurma yeteneği kazandırır.
Gezi de dahil son yılların şehir isyanlarının çoğunda tanık olduğumuz gibi hareket daha inşa olmadan protesto ve politik eylem gündeme geldiğinde sonuç ister istemez yataylık, lidersizlik ve stratejik vizyon eksikliği oluyor. Bunların eksikliği direnişin hızı ve anındalığıyla birleşince “taktiksel donma durumu“ ortaya çıkıyor, değişen koşullara göre değişik taktikler uygulamak da karşı tarafla müzakere yürütmek de söz konusu olamıyor.
***
Soğuk Savaş bundan 30 yıl önce Berlin Duvarının yıkılmasıyla sona erdiyse, onu sona erdiren nihai güç Orta ve Doğu Avrupa halklarının— Gorbaçov politikasının şemsiyesi altında—yürüttüğü şiddeti dışlayan, kararlı ve boyun eğmez barışçı mücadelesi olmuştu. Barışçı isyan savaşın şiddetini alt etmişti.
O tarihten bu yana tanık olduğumuz
bütün şehir isyanlarında ne zaman barışcıbarışçı
direnişe şiddet karıştıysa orada iflas kaçınılmaz oldu.
Evet, önceki yüzyıllarda devrimlere hep savaşlar yol açmıştı. Devrimlerin karakterini belirleyen savaş olmuştu. Devrim şiddetle özdeşleşmişti. Ama şiddete dayanmak, şiddet uygulamak, sonunda o devrimlerin de başını yemişti.
Bugün isyancıların şiddete başvurması, onu uygulama kapasitesi bakımından yarışmanın hiçbir şekilde mümkün olmadığı karşı tarafın eline kendini haklı gösterme ve isyancıları olası müttefiklerinden tecrit etme bakımından eşsiz bir silah vermekle kalmıyor, isyancıları en önemli gücünden, ahlaki üstünlüğünden de yoksun bırakıyor. Karşı tarafa aynı insanlık dışı yöntemlerle yanıt vermek isyancıyı hibrid savaşta daha baştan yenik düşürüyor. Bugün yayılan şehir isyanlarında ne yazık ki gene buna tanık oluyoruz.
Son tahlilde şiddet yeniliğin değil yıkımın ebesi oluyor. Şiddet artık—tekrar tekrar çok acı şekillerde gördüğümüz gibi—barış, özgürlük, eşitlik, adalet, demokrasi isteyenler için sadece ayak bağıdır. İsyan ile şiddetin ilişkilendirilmesine artık hiçbir şekilde izin vermemeliyiz.
Özetle, her bakımdan daha kat edilecek çok yol var.
***
Aslında bugün çok farklı coğrafyalarda, farklı sosyal-kültürel-tarihsel koşullarda, farklı biçimlerde yükselen ayrı ayrı hareketleri küresel bir Büyük İsyan Ağının değişik düğüm noktaları olarak görebiliriz.
Bu ağda yer alan ve alacak herkesin farklı bir anlatısı var. Herkes kendi karmaşık gerçekliğinin bir ürünü. Herkes kendisini harekete geçiren nedenleri farklı algılıyor. Kimi iklim değişikliğinin getirdiği felaketlerinden, kimi artan gelir eşitsizliğinden, işsizlik ve pahalılıktan, kimi erkek egemenliğinden, kimi ahlaki yozlaşmadan vb. mustarip olduğunu düşündüğü için sesini yükseltiyor.
Büyük İsyan bu farklı anlatıların hepsine aynı ölçüde saygı gösterildiği ölçüde güçlenecektir. Hiçbir mücadele ya da hedef ötekilerden daha önemli değildir. Kaldı ki hiçbir zaman aynı şekilde düşünmeyeceğiz, hakikati hep farklı açılardan ve ancak parçasal olarak görebileceğiz.
Bizi ancak karşılıklı hoşgörü bir arada tutabilir. İnsanlar uzun vadeli düşünme ve arzu ettikleri geleceği biçimlendirme kapasitelerini ancak birlikte tartışarak geliştirebilirler. Hoşgörü ve çoğulculuk onun için vazgeçilmezdir.
Ağların gücü katılanların sayısına bağlı olarak üssel olarak artar. Bunun anlamı, Büyük İsyan Ağının farklı düğüm noktaları arasındaki bağlantılar, etkileşim, ilişki ve diyaloglar, bilgi ve deney alışverişleri ve dayanışma ne kadar artar, çeşitlenir, pekişirse isyanın o kadar olumlu sonuçlar getirebileceğidir.
Ancak uzun bir zaman alacak böyle bir süreç içinde gerek ayrı ayrı sosyal hareketlerde gerekse küresel düzeylerde birlikte oluşturulmuş kolektif liderlikler, ortak vizyonlar, strateji ve taktikler ortaya çıkabilir. Böylece insanla yeryüzü de yeniden kol kola girebilirler.
***
Büyük İsyanın her iki bileşeninin de—yeryüzü ile insanlar—talep ettiği şey aslında koruma altına alınmaktır. Evet, ikisi de tıpkı müzelerde koruma altına alınan sanat eserleri, kültürel miras öğeleri gibi korunmak istiyorlar.
Yeryüzü; doğanın dengelerinin, ekolojilerin sağlığının, biyoçeşitliliğin, toprağın canının, hava ve suyun akışının insanın bozucu müdahalelerine karşı korunmasını istiyor.
İnsanlar baskı ve tahakküme, sömürü ve adaletsizliğe karşı korunmak istiyorlar, bunun için eşit haklılık talep ediyorlar. Korunmasız insanlar koruma altında olanlara katılmak, onlarla eşit haklı kabul edilmek, barınma, beslenme, eğitim, sağlık, ulaşım vb. ihtiyaçlarının eksiksiz karşılanmasını istiyorlar.
İsyanların özü budur.
Gerçekten doğanın her bir parçası, her insan eşsiz bir sanat eseridir. Yeryüzünün, canlı ve cansız doğanın milyarlarca yıllık birleşik serüveninin bir eseridir. Onun için müzelerdeki eserler gibi özenle korunmalıdırlar. Tıpkı müzelerdeki eserler için sağlandığı gibi onlara da varoluşlarını huzur içinde sürdürmeleri için uygun iklimsel ve maddi koşullar sağlanmalıdır. Ama aynı zamanda ikisinin de Da Vinci’nin Mona Lisa’sına ya da Rembrandt’ın Gece Devriyesi‘nin başına geldiği gibi, ellerinde bıçak kendilerine saldırabilecek olan manyaklara karşı da korunması gerekecektir.