“İçimize çektiğimiz hava değil…”
Her canlı yüzlerce, hatta binlerce ilişkinin bir toplamıdır. İlk nefesimizden son nefesimize kadar bu ilişkiler sayesinde var oluruz. Her ilişki çevremizle bir değiş tokuş ilişkisidir. Alırız ve veririz. Nefes almaktan sevişmeye, beslenmekten eğlenmeye yaşamak çevremizle aralıksız değiş tokuş içinde olmaktır. Çalışmak da öyledir. Emek harcar bir şey yaparız, bir şey oldururuz.
Yaşamak ve çalışmak için bedenimin organları kadar bedenimde içselleşmiş bir yaşam ve çalışma kültürüne de ihtiyacım vardır. Organlarımı kuşaklar boyu aktarıla ve değişe gelen genler bana sağlar, kültürümü de gene önceki kuşaklarla ve çağdaşlarımla olan dolaylı ya da dolaysız ilişkilerimden ve deneyimlerimden edinirim. Geçmişle olan ilişkilerim belleğimi oluştururken, gelecekle olan ilişkilerim hayallerim olur.
Bunun yanı sıra nefes alıp verebilmem, gözümü rahatça açıp kapayabilmem, ayaklarımın üstünde durabilmem ışığın, havanın ve suyun, emeğin ve bilginin akışlarına bağlıdır. Her birimiz bu akışların birer düğüm noktasıyızdır. Değiş tokuşlarımız ancak bu akışlar içinde gerçekleşebilir.
Bu şekilde her birimiz yüzlerce ilişki hattının benzersiz birer kesişme noktasını oluşturur. Uzayda üç boyutlu olarak sonsuza ve zamanda (belleğimdeki) geçmişe ve (hayalimdeki) geleceğe uzanan hatlardır bunlar.
Benim her bir ilişkim beynimle bedenimin geri kalan kısmı arasındaki ilişkilerden başlayarak en yakın çevrem üzerinden mahallem, şehrim, ülkeme, giderek tüm evrene kadar uzanan bütün o dolaylı ve dolaysız ilişkilerin bir şekilde bir fonksiyonudur.
Ayvalık’taki evinizin klimasının çalışabilmesi için ülkenin neresinde olduğunu bile bilmediğiniz bir elektrik santralindeki insanların emeğine, o santralin orada elektrik üretebilmesi için de Sibirya’nın neresinden geldiğini bilmediğiniz (yüz milyonlarca yıl öncesinden kalma bir fosil yakıt olan) doğal gaza ihtiyacınız vardır.
İstanbul’da, Kadıköy Koşuyolu’nda, parkın orada doğrudan soluduğum havanın sıcaklığı, nem oranı, taşıdığı parçacık ve bakteri/virüs miktarı yalnızca Dilovası’ndaki fabrikaların zehirleyici kimyasal atıkların değil, ta okyanus ötesi diyarların birinde erimekte olan buzulların da etkisiyle bir şekilde orantılıdır.
Onun için, Ülkü Tamer’in eşsiz mısraından esinlenerek, pekâlâ “İçimize çektiğimiz hava değil, evrendir” diyebiliriz.
Nasıl ilişkiler?
Evren biteviye hareket eden, değişen bir sistemdir. Onu oluşturan aktörler de öyle: Cansız varlıklar, insan-olmayan canlılar ve insanlar. Evren aslında bunlar arasındaki ilişkilerden (yani değiş tokuşlardan) oluşur. Bunlar eşit ve özgür değiş tokuşlar ise, karşılıklılığa dayanıyorsa, karşılıklı varlık koşullarını besliyorsa evren pürüzsüz işleyen bir sistem olarak var olur. Pürüzsüz işleyiş aktörler arasında rezonans olması, akış ve salınımların titreşim hızlarının birbirini tutması demektir. Rezonans, sonucun parçaların toplamından daha fazla bir şey olmasını getirir. Evrenin düzeni budur. Bu sayede milyarlarca yıldır vardır ve milyarlarca yıl daha var olacaktır.
Bugün insanlar arası sosyal, ekonomik ve politik ilişkiler, toplumsal cinsiyetler arası ilişkiler, devletler arası ilişkiler, insanlarla diğer canlılar, hayvanlar ve bitkiler arasındaki ilişkiler, nehir ve göllerle, denizlerle, yerin altı ve üstüyle, atmosferle olan ilişkilerimiz, insanlarla makineler arasındaki ilişkiler— hemen hepsi bozuk ve giderek daha çok bozuluyor. Bütün ilişki sistemleri bozulmuş, çarpılmış durumda. O yüzden hemen her şey her yerde arıza veriyor.
Bizim kim olduğumuz dışımıza doğru olanlarla ilişkilerimizle ilgilidir, diğer kişilere, mekânlara, eşyalara olan yaklaşımımızla, dışımızdaki dünyaya gösterdiğimiz tepkilerle bağlıdır. O nedenle soru her zaman, “yerel düzeyden küresel düzeye kadar insanlar arasındaki, insanların dış dünyayla, insan olmayan hayvanlarla ve cansız maddeyle ilişkileri nasıl olmalı” sorusudur.
Eşit değiş tokuşların bozulduğu, alınanın verilenden daha fazla olduğu yerde ise titreşim hızları arasında fark oluşur, rezonans tutturulamaz olur. Bu da gürültü ya da parazit demektir. Sistem arıza vermeye başlar. Rezonans, frekans eşitliği ancak eşit ilişkiler söz konusuysa mümkün olur. Tarafların söz konusu ilişkide aldıkları ile verdikleri eşitse mümkün olabilir. Eşitlik demek eşit ilişkiler içinde olmak demektir. Eşit ilişki demek ilişkinin sonucu olarak her iki tarafın da sağlığının (fiziksel, ruhsal, varoluşsal sağlığının) bozulmadığı, tersine iyileştiği ilişkiler demektir. İnsan topluluğunun bir üyesi olarak bireyin eşitliği öteki cins ile, diğer mesleklerden, dinlerden, etnik kökenlerden, farklı kültürlerden insanlarla olan ilişkilerinin eşit ilişkiler olması demektir. Bu farklı bireylerin oluşturduğu insan toplulukları arasındaki ilişkilerin eşitliği demektir. Yeryüzünün bir parçası olarak insanın eşitliği kendisinin ve üyesi olduğu toplulukların diğer insanlarla, insan-olmayan diğer canlılarla ve cansız doğayla olan ilişkilerinin eşit ilişkiler olması demektir.
Aynı şekilde özgür akışların her engellenişi yeni bir arıza demektir. İnsan topluluğunun bir üyesi olarak bireyin özgürlüğü emeğin (canlı ya da birikmiş emeğin) ve bilginin (fikirlerin ve kültürel mirasın) engelsiz akışı demektir. Yeryüzünün bir parçası olarak insanın özgürlüğü ışık, hava ve suyun, bilgi ve enformasyonun engelsiz akışı demektir. O nedenle evrende canlı varlıkları ayakta tutan ekosistemler eşit ilişkilerin ve özgür akışların pürüzsüz bir aradalıkları olarak var olur ve gelişirler. Doğa Hayat’ı böyle yaratır ve çoğaltır.
Insani olan kusurludur
Burada çizilen tablo her birimizin kaderinin kendi donanımı ve yakın çevresindeki koşullardan tüm gezegenin sağlığına kadar varoluşun canlı cansız tüm aktörleriyle kopmaz bağlar içinde olduğunu görebilmemizi sağlar. Bu durumda ailemden, yakın komşularımdan, tüm yurttaşlarıma giderek tüm insanlara ve diğer tüm canlılara karşı sorumluluğum olduğunu görmezden gelmem mümkün değildir. Benim sağlığım kendimle olan ilişkimin ötesinde, insanlar gibi insan olmayan şeyleri de kapsayan daha geniş bir varlığın parçası olmamla bağlıdır. Onların sağlığıyla karşılıklı etkileşim içindedir. Mutluluğum da öyle.
Ne var ki insanın evrendeki varlığı daha ilk günden “arıza yaratan” bir aktör olmuştur. İnsan yaşamak ve çoğalmak için kafasında tasarladığı planlara göre evrende büyük ya da küçük her değişiklik yapmaya yöneldiğinde, tasarım ve uygulama ile gerçeklik arasında ortaya çıkan şu ya da bu ölçüdeki kaçınılmaz aykırılıklar ekosistemlerde arıza yaratır.
Evrenin ve doğanın bir planı, bir amacı yoktur, onlar oldukları gibi vardırlar. Sürekli değişim ve hareket içinde olan bir varoluştur bu. İşte insan belli bir amaca yönelik bir planla doğaya her müdahale ettiğinde ister istemez orada bir şeyleri bozar.
Çünkü insan gibi, insan yapısı şeyler de her zaman kusurludur. Düşünce gerçekliğin yansıması değildir. Bilim de her zaman yanlışlanabilir. Tasarım hiçbir zaman gerçekliği tam yakalayamaz. En derin insan düşüncesi bile gerçekliği hiçbir zaman tam olarak kavrayamaz.
İşte bu nedenlerle insan topluluklarıyla diğer canlılar da dahil doğa arasında ve insan toplulukları arasında hiçbir zaman ideal akışlar ve ideal rezonanslar, pürüzsüz bir varoluş mümkün olamaz.
İdeal akış ve ideal rezonans durumu ancak ütopyaların, aynı şekilde sürekli arıza ve sürekli gürültü de distopyaların konusu olabilir.
İnsanlık durumunu her zaman bu iki uç arasında bir yerde olarak görebiliriz. Hep iki ucun şu ya da bu yerinde olmuşuzdur, hep de öyle olacağız. Hangi yana yakın konumlanacağımızı, yeryüzündeki yerimizi belirlemek bize kalmıştır. Aramızdaki mücadele ve işbirliklerinin konusu budur. O yüzden yukarıda evrensel (bütün alanları) ve küresel (bütün ülkeleri birbirine bağlayan ) sorunlar olarak tarif ettiğimiz sorunlar aynı zamanda tarihsel (bütün zamanları birbirine, bugünü geçmişe ve geleceğe bağlayan) sorunlardır.
Bütün politik akımları bu iki uç arasındaki yelpazede tuttukları yere göre değerlendirebiliriz. Bu bağlamda bu tablo bize aynı zamanda özgürlük ve eşitlik mücadelesinin yön ve hedeflerini belirlemede de yardımcı olur.
Politik farklılıkları söz konusu akım ya da güçlerin değiş tokuşlardaki eşitsizlikleri gidermekten, akışların önündeki engelleri temizlemekten (yaşam formlarının oluşumundaki arızaları gidermeye çalışmaktan) ne kadar yana ya da karşı olduklarında aramaya başlayabiliriz. Bir uçta ideal akış ve ideal rezonans durumuna olan, öteki uçta sürekli arıza ve sürekli gürültüye olan görece uzaklıkları ölçütümüz olabilir. Bu politik tayfın (continiumun) sol tarafına yaklaşanların çoğalmasına, sağ tarafına yakın duranların seyrelmesine yardımcı olmak da bize politik işbirliklerinin içeriğini verir. (Kadın ve çevre hareketlerini ve karşıtlarını da bu bağlamda daha iyi anlamlandırabiliriz.)
Böylece epeydir anlamsız hale gelmiş olan daha çok üretim ve bölüşüm temelli geleneksel sağ-sol yelpazesinin yerine işlevli yeni bir politik yelpaze düşünebiliriz. Bu tanımlamalar aynı zamanda politik akımların tercihlerini gözden geçirerek kendilerini 21’inci yüzyılın koşullarına uygun bir şekilde yenileyebilmesine de yardımcı olur.
Politikanın en kapsayıcı amacı
Politika bir bakıma her zaman duygularla bağlı olmuştur. Ne var ki “duygular insan davranışının kilit itici kuvveti iken, demokratik politik teori hep akıl ve mantıkla duyguları ehlileştirmeye odaklandı. Duyguların sosyal olarak inşa edildiğini yeterince dikkate almadı.“ Oysa “politik hayvanların saf akılcı olacağına inanmak tam bir fanteziydi.“
Böylece yeni gericiliğin kişi ve gruplara sunduğu, örneğin işsizlikle ya da göçmenler veya dış düşmanlarla ilgili sosyal ve politik anlatılar insanlarda korku ve nefretle yüklü duygusal deneyimler inşa edilmesinde rol oynayabildi. Demokrasi güçleri bunlara karşı büyük ölçüde etkisiz kaldı.
Birçok ülkede demokratik yapıların baskı altına alınarak arıza vermesiyle insanların metabolizmalarının artan stres altında arıza vermesi birbiriyle yakından alakalıdır. Depresif politik sistemler ile depresiv organizmalar karşılıklı birbirlerini koşullandırır. Aynı şey sağlıklı sistemler için de geçerlidir. Manos Tsakiris bu bağlamda şunu söylüyor.
Bu açıdan yaklaşacak olursak, politikanın merkezine, temel fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşılamamıza, sosyal dünyanın bize kendimizi nasıl hissettirdiğine doğru bir şekilde müdahale etmemize ve ortaya çıkacak zorluklarla baş edebilecek fizyolojik ve zihinsel esneklikle donanmamıza imkân verecek şekilde bedenlerimizin belli bir ‘emniyet marjı’ içinde kalmasına izin verecek az çok emin bir dünya yaratmak hedefini koymalıyız.
Çünkü politik hayvanlar olarak biz insanlar en iyi, emniyet duygusunu korumamıza izin veren belli sınırlar içinde belirsizliklerle karşılaştığımızda—yani düzenle kaosun eşiğinde, biraz düzen biraz kaosun iç içe geçtiği durumlarda konumlandığımızda—serpilip gelişiriz.
Hannah Arendt, totaliter rejimler için en ideal bireyin “kendisi için olgu ile kurgu (yani gerçekliğin deneyimlenmesi) ve doğru ile yanlış arasında artık bir ayrım kalmayan” biri olduğunu yazmıştı. Bugün de yeni gericilik odaklarının tüm dünyada izlediği propaganda taktiklerinin esas olarak böyle bir durum sağlamaya çalıştığına tanık oluyoruz. Şimdi 21’inci yüzyılda soru insanların bugünün olgu ve kurguları arasında ayrım yapabilecekleri şekilde deneyimin gerçekliğini hissetmesinin nasıl sağlanacağıdır.
Bu konuda belirleyici olacak mücadele metafor ve imgelerin—insanları birbirlerinden ve doğal olandan ayrılmaya itecek kadar etkili metaforlar karşısında onları bir araya gelmeye yöneltecek kadar çekici metafor ve imgelerin—gücüyle ilgilidir. Regis Debray’in bir keresinde dediği gibi, “Sosyal bağlar sembolleri değil, semboller sosyal bağları yaratır.”
Politika son çözümlemede bedenlerimizin kendilerini emniyette hissetmesini sağlamalıdır. Kaldı ki teknolojinin sosyal gelişme tarafından bastırılan nihai amacı da korkunun ortadan kalkması, hayatın huzura kavuşması ve tadının çıkarılması, bu ihtiyaçların karşılanması değil midir?