Bugün YouTube, Facebook, Twitter ya da Amazon gibi platformlar insanları kendilerine çeken sosyal mıknatıslar haline geldi. Bunların çevrelerinde sürü davranışı gösteren küresel dijital kabileler oluşuyor. Aileler, kurumlar, partiler, dernekler ve devletler gibi alışılmış sosyal bağlayıcı kuvvetlerin etkisi azalırken dijital platformlara bağımlılık artıyor.
Bol bol, çeşit çeşit bedava uyuşturucular vererek bizi bunlara alıştırdılar. Artık onlarsız olamıyoruz. Onlar ise şimdi bizim hayal ve arzularımızı algoritmik olarak yönlendirerek bizi kelimenin tam anlamıyla iliğimize kadar emiyorlar. Böylece güç, iktidar ve zenginliklerini hızla yaygınlaştırıyorlar. Gözle görülmez, küresel dev bir örümcek ağı bu sanki.
Örümceğin iş modelinin başarısının daha başlangıç aşaması bu. Şimdi hızla—yapay zekâ uygulamalarından da yararlanarak—sağlık, eğitim, ulaşım ve enerji sistemlerine yayılmaya yöneliyorlar. Ufuklarında tüm ekonomiyi platform prensibine göre yeniden yapılandırmak var. (Dijitalleşme diye adlandırarak da bunu sosyal-ekonomik-politik bir proje değil de kaçınılmaz bir teknolojik zorunluluk gibi gösteriyorlar.) Nesnelerin İnterneti dediklerinin varacağı yer de asılnda her insan davranışının ve insan hayatının her anının sıkıca bu örümcek ağına bağlanması olacak.
Yakınlarda GAFTAM (Google, Amazon, Facebook, Twitter, Apple, Microsoft) şirketleri ellerindeki yetenekleri bir yandan silahlanma ve fosil yakıt tekellerine bir yandan da yurttaşlarını daha sıkı gözetim altına almaya çalışan devlet aygıtlarına sunmaya başladılar. Örümcek iyiden iyiye irileşiyor.
(Çin’de de durum çok farklı değil, bütün bunlar başka tür şirketlerle ve yollarla ya da derece farklarıyla da olsa neredeyse aynen yaşanıyor.)
Politika alanında da, son yıllarda tanıştığımız o yeni Trumpgiller türünün çeşitli versiyonları sadece ülkelerini birer şirket gibi kullanmakla kalmıyor, yurttaşlarla seçilmiş başkan arasındaki tüm ara kurumları fiilen etkisizleştirerek yurttaşları Twitter vb. araçlarla ve “çakma medya“ ile doğrudan kendilerine bağlıyor, toplumları kendi takipçileri ve düşmanları şeklinde kabilelere bölüyorlar.
Ekonominin ve politikanın efendilerinin doğayı ve diğer insanları hep daha fazla kontrolleri altına alma hırsı (ve “cambaza bak“ der gibi bizi hep “ileriye bak“ diye oyalamaları) insanları sonunda hem doğayla ve birbirleriyle olan bağlantılarından hem de insanlığın geçmişiyle, atalarıyla olan bağlantılardan uzaklaştırıyor. Oysa insanı—madde ve mana— olarak insan yapan şey bu bağlantılardan başka bir şey değil.
Hele şimdi bizler giderek “her şeyin interneti“nin dijital bağımlı kabile üyeleri haline gelirken bu uzaklaşma daha da vahim hale geliyor. Doğayla ve diğer insanlarla olan doğal bağlarımızın yerine dijital bağlantıların ve sanal gerçekliklerin geçirilmesi sadece içimizi boşaltacak, bizi bizden uzaklaştıracak, ruhsuz bedenlere dönüştürecektir. Örümcek ağının manasız parçacıkları haline geleceğiz. Böyle giderse iklim değişikliğinin getireceği altıncı yokoluştan çok önce fiilen yok olacağız.
* * *
Bu satırlar hiçbir şekilde sorumluluğun teknolojide olduğu anlamına gelmiyor. ABD’de “Yeşil Yeni Anlaşma“ hareketini başlatan Temsilciler Meclisi üyesi Alexandria Ocasio-Cortez‘in geçen gün bir konuşmasında dediği gibi, “Robotların bizi işssiz bırakacağından korkuyor değiliz. Bizi işsiz bırakacak olan ekonomik sistem. Bu toplumda işi olmayanın yaşaması mümkün değil. Esas problem bu. Yoksa otomasyon bizi sadece heyecanlandırır. Çünkü bu kendimizi eğitmeye, bilim ve sanatla uğraşmaya, içinde yaşadığımız dünyanın tadına varmaya daha çok zaman ayırmamızı sağlar.”
Sorun teknolojide değil. Asıl tehlike de kendi başına iklim değişikliğinden veya ekonomik resesyonun derinleşecek olmasından ya da yeni bir dünya savaşı çıkması ihtimalinden kaynaklanmıyor. Asıl tehlike bütün bunlara rağmen zihniyetlerimizin hâlâ değişmemesinden geliyor. Bütün bu felaketlerin hepsini önlemek için hâlâ bir şans var. Ama biz hâlâ fosil yakıtlara ve aşırı enerji kullanımına dayalı nükleer füzelerin gölgesindeki tüketimcilik toplumunu iyi ve uygar bir yaşam sanmaya devam ediyoruz.
Bizi buraya ilerleme hikâyesi getirdi. Hep bu hikâyeye yazıldık. Hep gelecek yönelimli olduk. İnsanlık durmaksızın ilerleyecekti. Gelecekte daha iyi bir dünya olacaktı (batının gelişmiş kapitalizminde veya sosyalizmde ya da semavi dinlerin cennetinde). Onun için bugünkü sıkıntı ve acılara, bugünkü dünyaya katlanmalıydık. Dişimizi sıkmalıydık. Gelecekteki daha iyi dünya bu acıların içinden çıkıp gelişecekti. Oysa başka insanların, başka canlıların çektiği acılara kayıtsız kalmak, hatta bu acıları gerekçelendirmeye çalışmak bütün kötülüklerin kaynağıydı.
İlerleme mutlaktı. Çünkü aydınlanma bize aklın üstünlüğü inancını hediye etmişti. Akıl bedene de doğaya da üstündü. Bunun uzantısında daha akıllı erkek de dişiye ve diğer insanlara üstündü. Efendiydi. Kontrol onda olmalıydı.
İlerlemeye ne oldu? Bugün şu dünyada geleceğe umutla bakan kaç kişi kaldı? Kaçımız çocuklarımızın bizden daha iyi yaşayacağına inanıyor? Ufuğa bakmaya cesaret edenlerimiz orada daha iyi bir dünya gördüğünü mü, yoksa ekonomik resesyonun kalıcılaşma ihtimalini, yeni bir dünya savaşının kıvılcımlarını, kutuplardaki son buzulların da eridiğini mi gördüğünü düşünüyor?
İşte şimdi yaşadığımız asıl o ilerleme hikâyesinin müellifi olan hırsın krizidir. Efendilerin hırsının krizi. Hep daha çok, daha fazla, daha hızlı, daha büyük, daha uzun….. ne var ki artık büyümüyor, uzamıyor, çoğalmıyor! Ve kontrolden çıkıyor. Örümcek kendini sokan akrebe dönüşüyor.
(“Büyük Britanya”nın Brexit ile intihar etmekte olmasını başka nasıl açıklayabiliriz?)
* * *
Böyle giderse bunun sonu insanlığın soyu tükenen, yok olan türlere eklenmesi olacak. Evrenin ve canlı hayatın milyonlarca yıllık tarihinde kısa, derin zamanın ölçüleriyle çok kısa bir parantez haline gelmesi olacak.
Biz sadece “büyük anlatı“yı yitirmekle kalmadık aslında insanlık anlayışımızı tükettik. Bize yeni bir insanlık zihniyeti lazım, insanlığın yeni bir tarzını düşünmeliyiz.
Sanayileşmenin ve kapitalizmin efendilerinin elinde aydınlanma düşüncesinin bizi iteklediği sondan kurtulmak için artık gelecekteki ilerleme hayaline değil, insanlığımızın kökenine yönelmeliyiz. Sanayileşme öncesi çağlarda yaşayan atalarımızın yaptığı gibi, doğayla ve birbirimizle olan bağlantılarımızı, atalarımızla olan bağlantılarımızı yeniden anlamlandırmalı, yeniden bir üst düzeyde inşa etmeliyiz.
Anlam tekil olgulardan, yalnız bireylerden ya da tekil düşünce disiplinlerinden çıkmaz, nesnel olgulardan da çıkmaz; anlam renk ve dokuyla bezeli daha büyük resmi birlikte örmekten çıkar. Hissedilmesi ve anlaşılması gerekir. Onu en iyi içselleştirerek anlarız–o zaman o bizim parçamız haline gelir. Biz de o büyük resmin eşsiz bir parçası olduğumuzu hisseder ve anlarız. O zaman diğer insanların ve diğer canllıların acılarına kesinlikle kayıtsız kalamayız. Anlam varsa umut da vardır. Ne kadar anlam o kadar umut. Anlamda ısrar etmek zorundayız.
Yeni insanlık zihniyeti ancak doğanın, diğer insanların, atalarımızın ayrılmaz bir parçası olduğumuzu hissetmek ve anlamakla gelebilir. O doğa ki on milyonlarca yıldır var. Bizsiz de vardı. Ne kadar derin ve böyle uzun vadeli, uzun perspektifli düşünürsek, aldığımız kararlar, yaptığımız tercihler o kadar ahlaklı ve adil olacaktır. İşte o zaman homo sapiens homo reflectus’a, bilge insana dönüşebilir. (Bırakın homo deus da Örümceğin Fantezisi olarak kalsın.)
Ancak o zaman sanayileşme ve kapitalizm çağı aşılabilir, insanları esir eden hırs zihniyeti insanlık tarihinin kısa bir parantezi haline gelebilir. Örümcek ağı da yerini biyosfer, atmosfer ve noosferi sarıp sarmalayacak, kucaklayacak bir yaşam iksiri ağına dönüşebilir.
O zaman bilim ve teknoloji de sadece ve sadece insan ilişkilerini iyileştirme ve geliştirmenin, insan sorunlarını çözmenin–barış ve huzurun aracı olarak kullanılabilir hale gelir.
Hayatı bozmadan değiştirmeye başlayabiliriz. Temiz hava, duru su, rengârenk çiçekler — dünyadaki bütün çocuklar bunların tadına varabilir. Ve atalarının ruhu şadolur.