Teknoloji geliştikçe yaşam tarzlarımız da değişiyor, doğal şeylere ihtiyacımız azalırken yapay şeylere ihtiyacımız hızla artıyor. Sıra yapay hamburgere geldi.
Doğada insan elinin değmediği yer kalmadı, insan şimdi bitki ve hayvan türlerinin genomuna el atıyor. Bu gidişle doğal canlı kalmayacak.
Hiyerarşilerde daha yukarıda olanların daha aşağılarda olan insanlara bağımlılıkları azalıyor. Fabrikalarında insanlar yerine robotları çalıştırmaya, bilgi işçilerinin yerine yapay zekâ algoritmalarını geçirmeye yöneliyorlar. Savaşlarda askerlerin yerine geçecek dronlar, robotlar geliştiriliyor.
Genel olarak diğer insanlara olan ihtiyacımızın giderek azaldığı bir yöne çekiliyoruz. Google’dan öğreniyor, Sirilere, Aleksalara vb. danışıyor, GPS aygıtlarına yol soruyoruz. Garsonsuz lokantalar, resepsiyonsuz otellerden sonra şimdi sürücüsüz arabaları bekliyoruz. Görsel ve Artırılmış Gerçeklik deneyimlerinin tadına varıyoruz. Arkadaşlık, yakınlık, insani iletişim ihtiyacımızı artık sosyal medyada karşılıyoruz. Ufukta robotlarla seks görünüyor.
İnsanların birbirleriyle ve çevreleriyle ilişkilerini düzenlemek ve insani gelişime yön vermek için binlerce yıl içinde geliştirdikleri politik organizmanın içi boşalıyor. Sanki veba salgını var. Partiler, parlamentolar, yargı, medya – siz sayın; hepsinin içi boşalıyor. Varmış gibiler artık. Tekeller, oligopoller, holdingler zaten piyasayı çoktan bir efsaneye dönüştürmüştü.
Ne var ki biz insanlar sadece fiziksel, maddi olarak değil bilişsel ve manevi olarak da ancak ekolojik sistemlerin bir parçası olarak var olabiliriz. Zekânın, öğrenmenin, duygusal tepkilerimizin, hatta hafızamızın birçok yanı organizmamızın dinamik olarak bağlı olduğu dış çevrenin unsurlarıyla birlikte işler. İnsan doğal ve sosyal çevresiyle birlikte, onlarla etkileşim içinde düşünebilir ve duygulanabilir.
O yüzden çalışma ve yaşama tarzlarımız bizi doğadan ve sosyal çevremizden uzaklaştırdıkça düşünce ve duygularımız da gerçekliklerden uzaklaşarak sahteleşiyor. Duygular duyu yığışımlarından, düşünceler sayıklamalardan ibaret hale geliyor.
Hayatımıza verdiğimiz anlam kendi bedenimizin ve kişisel çıkarlarımızın ötesine erişemiyor. Dolayısıyla doğaya, çevremize ve giderek gezegenin hayatına verdiğimiz anlam kendi dört duvarımızın arasında kalmaya mahkûm hale geliyor.
Oysa ilk günlerimizden beri kendimiz, sosyal çevremiz ve doğa birlikte bütünsel bir anlam kümesi oluştura gelmişti. Sosyal çevremizden ve doğadan uzaklaştıkça aslında kendi hayatımıza da bir anlam veremez hale geliyoruz.
Dolayısıyla artık hakikate de anlam veremiyoruz. Yalan ile doğrunun ayrımıyla ilgilenmiyoruz.
Bütün bunların bizi insan-ötesi (transhuman) ya da insan-sonrası (posthuman) bir şeye dönüştürme ihtimalini bazıları insanlık tarihinin en büyük müjdesi olarak alkışlıyor. Daha çok para, daha çok güç, daha çok hegemonya kazanmak için insana veda etmeye razılar. Bunun için yarı yapay organik maddelerden, yarı makinelerden oluşan hibrid bir bedende, akılları bilgisayarlara yüklenmiş bir şekilde yaşamayı hayal ediyorlar. Kendilerini ölümsüzlük hayaliyle kandırıyorlar.
Ama bizi de kolayca kandırabiliyorlar. Politikacılar, kanaat önderleri, troller, reklamcılar, nöro-pazarlamacılar – “algı yöneticileri” — bizi peşlerine takabiliyorlar.
* * *
Bu darboğazdan kurtulmak ve kendi kaderimizi kendi ellerimize alabilmek için hayatımıza yeni bir anlam vermek zorundayız.
Bizler bireyiz, bireyler olarak ihtiyaçlarımız var, bireysel olarak kendimizi geliştirmek isteriz. Duygu ve düşüncelerimiz değer taşısın isteriz. Arzularımız var.
Ama bizler topluluklar içinde yaşarız. Ağaçlardan oluşan orman gibiyiz. Diğer ağaçlara muhtacız. Köklerimiz ormandaki ağaçlar gibi birbirlerine dolanmıştır. Birlikte besleniriz.
Şairin dediği gibi, en derin hasretimiz, “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamak”tır.
Hayatımıza, en genelde bu ikisinden birine daha çok vurgu yaparak bir anlam verebiliriz.
Bireye, ben’e daha çok vurgu yaptığımızda, daha çok güce, daha çok hiyerarşiye, daha çok mülkiyete, daha çok rekabete, daha çok sonuç/performans/bilgi/yaratıcılığa önem veririz. Satış uzmanlarının deyişiyle “yalnız kurt” gibi düşünür ve davranırız. Kendimizin dışında bir anlam bulamayız. Aslında anlamsız, bomboş bir hayat yaşarız.
Topluluğa, biz’e daha çok vurgu yaptığımızda, bizim için karşılıklı güven, yatay ve eşit haklı ilişkiler, paylaşma, birlikte yapma, süreç/fikir /öğrenme, deneme-yanılma ve sebat daha çok önem taşır. “Takım oyuncuları oluruz.” Kendimizle sınırlı olmayan, kendimizin ötesinde bir yaşam amacıdır bu.
Birlikte yaşamak, birlikte çalışmak için hayatımıza birlikte anlam vermek zorundayız. Değerli olan ne, hakikat ne? Nasıl yaşamak istiyoruz? Bunlara ancak birlikte karar verebiliriz.
İşte bize demokrasi asıl bunun için lazım.
Çünkü bireyler olarak anlamı ancak politik tartışmaya katılarak bulabiliriz. Bu soruların yanıtını birlikte tartışarak bulabiliriz. Sadece insanları böyle anlamlı bir tartışma içinde birleştirebilen, bağlantılandırabilen bir politik organizma gerçekten insanidir. Tatmin edici bir kişisel gelişimin tek yolu kolektif politik yaşama sivil katılımdır.
Gerçek demokrasi de ayrımsız tüm insanlara böyle bir tartışmaya ve birlikte karar almaya katılma olanağı sağlayan bir demokrasidir.
İnsanlar arasında eşit haklı, hegemonyasız, dayatmasız – özgür – bir yaşam ancak böyle birlikte verilmiş kolektif bir anlam varsa mümkün olabilir.