Sonsuzluğun Kıyısında filminde Van Gogh, “Tabiata baktıkça” diyor, “bizi birleştiren şeyi daha iyi görüyorum. Resim yaparken kendimi dışımdaki ve içimdeki her şeyin bir parçası olarak hissediyorum.”
Bu sözler bizi insan yapan şeyi ne güzel anlatıyor. Biz insanlar bizi çevreleyen dünyanın, doğanın ve diğer insanların ayrılmaz bir parçasıyız. Bu sayede varız — insanız.
Ama bugün öyle bir yere geldik ki doğanın ve diğer insanların bir parçası olduğumuzu neredeyse unuttuk, doğayla bir ve aynı olduğumuz bilgisinden koptuk, bu akrabalığımızı fiilen inkâr eder hale geldik. Sanayileşme bizi artan bir hızla doğadan uzaklaştırdı, kapitalizm bizi böldü parçaladı, diğer insanlarla öldürücü bir rekabete soktu.
Bugün doğaya ve insana bakışımız insanın doğa üzerindeki ve insan üzerindeki tahakküm çabalarının prizmasından çarpılarak biçimleniyor. Bütün bunlar bize insanlığımızı unutturuyor.
“Kendim” tanımımız da iyice daraldı. Artık “kendimizi” sadece kendi bedenimizden ve kendi kafatasımızın içindeki şeyden ibaret olarak görüyoruz. Kendimizin sınırlarını iyice daraltıyor ve sıkılaştırıyoruz.
Bugün ekolojik krizi ve dünya fırtınalarını topluca ve sistematik olarak umursamıyorsak, diğer insanların başına gelenlere giderek daha ilgisiz hale geliyorsak, bunun nedeni “kendim” tanımımızı iyice daraltmış olmamızdır. Böylece kişisel kaygı, sorumluluk ve angajman alanımız olarak düşündüğümüz şeylerin tanımını da daraltıyoruz. Artık umursama ufkumuz derimizin bittiği yerde bitiyor.
Bize “kendini tanı” dediklerinde öne çıkardıkları psikolojik söylemle bizi kendi içimize kapanmaya yöneltiyorlar. Öte yandan sosyal medyanın “yankı odaları” böyle bir kapanmayı hızlandırıyor. Kendimize bakalım, biyo-geribildirimlerimizi izleyelim, kendimizi geliştirelim diye bize sundukları türlü çeşitli biyo-aletler, sağlık ve meditasyon app’leri de esas olarak aynı işleve hizmet ediyor. Bunlar giderek bizim üzerimizde güç kazanıyor ve dünyaya angaje olma yollarımızı değiştiriyor. Artık başlıca projemiz kendimiz ve bedenimiz.
Dev teknoloji şirketleri ekonomik davranışlarımızı, devletler de sosyal ve siyasal davranışlarımızı kontrol ve maniple etmek için her türlü verimizi gözetimleri altına sokarken, bize de, siz kendi bedeninizi ve ruhunuzu gözlemekle oyalanın diyorlar.
Bu bir kısır döngü, buradan bir yere varamayız. Bizim, insanlığımıza dönmemiz gerekiyor. Bu bizim insan olarak doğanın ve diğer insanların parçası olduğumuz bilgisini yeniden bütün boyutlarıyla hatırlamaya ve yeniden anlamlandırmaya başlamamızı gerektiriyor.
Milyonlarca yıl içinde bütün bedenimiz başka canlılarla etkileşimler içinde biçimlendi. Örneğin, ormanlardan savanlara çıktığımızda otlar arasında sürünerek yaklaşan yılanları fark edebilmek için gözlerimiz bu kadar keskinleşti. Vahşi hayvanların peşine düşmek ya da onlardan kaçmak zorunda olmasaydık bu kadar hızlı koşamazdık. Öte yandan başka insanlarla etkileşimlerimiz olmasa ne dilimiz ne düşüncelerimiz gelişebilirdi. Kimliğimiz dış dünyamızla ve toplumuzla yürüttüğümüz derin ve sonsuz konuşmalar içinde oluşur. (Bu konuşmalar bozulduğunda da kimlik krizimiz başlar. Bugün milliyetçilik ve kabilecilik bu konuşmalarda parazit yaratıyor ve kopukluklar üretiyor.)
Tüm canlılar çok sayıda, sürekli değişen ağlar içinde konumlanmıştır. Hepimiz evrende çarpışan parçacıkların ağları, dünyamızın atmosferindeki etkileşimli döngü ve akışların ağları, ülkelerimiz ve şehirlerimizin otoyol ve cadde ağları ve ailelerimiz, dostlarımız, çalışma arkadaşlarımız ve komşularımızdan oluşan sosyal ağlarımız içinde var oluruz. Hepimiz tıpkı bir ve aynı biyosferin içinde olduğu gibi, bir ve aynı noosferin (fikir ve kültürlerin evreni) içinde yaşarız. Bu ağların her birinden çok çeşitli şekillerde etkilenir ve her adımımızla her birini etkileriz. O yüzden bu kadar bağlantılı ve hareketli bir evrende bu ağların bir tanesinin bir parçasına zarar vermek demek, bu zararın pekâlâ bumerang gibi dönüp bize zarar vermesini getirebiliyor.
Yaratıcılığımız da ilişkilerimiz içinden çıkar. Van Gogh o eşsiz resimleri doğayla olan ilişkisinden çıkarıyordu. “Walter Benjamin’in deyişiyle” diye anlatıyor heykeltraş Erdağ Aksel İstanbul Art News’daki bir söyleşisinde, “Leonardo bile tek başına bir deha değildi, etrafında ona maddi ve manevi ve işçilik olarak destek veren binlerce insan vardı. Her gün bu yardımı alıyor, tek başına bir karakter değil o.” Bu ay Amsterdam’da açılan büyük Rembrant retrospektifinde, ilk kez olarak, ressamın sosyal networkünün bir grafiği de sergileniyor.
İşte insanın kendisini tanıması aslında bu konumunu bilmesidir. Kendimizi geliştirmenin tek yolu dışımızdaki dünyayı tanımaktır, dünyadaki yerimizi anlamanın ve anlamlandırmanın yolunu başka türlü bulamayız. “Kendime doğru yolculuğa çıkmayı tahayyül edeceksem, ‘öteki’nden geçmem gerekir. Öteki, ben için esastır” diyor Adonis.
Aklımız da evrenle aramızdaki bağdan oluşur, aklımız başka insanlar ve nesnelerle ilişki ve bağlantılar içinde var olabilir ancak ve bize olduğu kadar evrene de aittir. “Gökyüzüdür zarı beynimizin/ İçinde kuşlar bulutlar gezer” diyordu Melih Cevdet bir şiirinde.
İnsanlığımızı kazanmanın yolu doğanın dengelerini, diğer canlıların esenliğini tehdit eden yaklaşımlara, insanı gereksizleştirme ve dışlama çabasındaki girişimlere karşı durmaktır. Kişisel bakım ve gelişim anlayış ve teknolojilerimizi bireysel bedenlerimizin ötesine, doğanın bakımını ve diğer insanların gelişimini de umursayacak şekilde genişletecek yaklaşımlara ihtiyacımız var.
İçinde yaşadığımız koşulları değiştirmek istiyorsak, önce tüm çevremizle olan ilişkilerimizi değiştirmeliyiz.
Nasıl yaşamak istiyorsun sorusunun cevabı, başkalarıyla ve doğayla nasıl ilişkiler içinde olmak istiyorum sorusunun cevabında gizlidir. İnsan gibi yaşamanın yolunu böyle inşa edebiliriz.