Boks bütün dünyada en çok ilgi gören sporlardan biri; sadece seyirciler açısından değil sanatçılar açısından da. Boks konusunda Charlie Chaplin’den Martin Scorsese’e birçok yönetmenin çektiği filmler var. Sylvester Stallone’un Rocky’si, Roberto De Niro’nun Kızgın Boğa’sı ve Hillary Swank’ın Milyon Dolarlık Bebek’i Oscar almış unutulmaz filmler arasında. Boksa ressamlar ve edebiyatçılar da ilgisiz kalmamış. Boksu konu alan 150 roman ve öykü varmış. Bertolt Brecht, Ernest Hemingway, Norman Mailer bu konuda adı geçen yazarlar.
Ancak Neue Zürcher Zeitung yazarlarından Walter Rüegsegger’in 13 Şubat günkü yazısında belirttiğine göre, boks konusunda en ilginç düşünceler bir kadın tarafından geliştirilmiş. Pulitzer ödüllü Amerikalı yazar Joyce Carol Oates, “Boks Üzerine” başlıklı denemesinde boksörün psikolojisinden, ringde ölümüne ve boksun eleştirisine kadar boksu çok çeşitli yanlarıyla bütün karmaşıklığı içinde ele almış. Oates, bu yazısında boksun diğer sporlardan farkını ortaya koyuyor. Yazara göre boks aslında bir spor değil, yaşam için, insan varoluşu için bir metafor. “Boksta esas olarak oyunla, aydınlıkla ilgili, hoşa gidecek bir şey yok. En yoğun anlarında yaşamın eksiksiz, güçlü bir resmidir boks—onun güzelliğinin, kırılganlığının, hesaplanamaz ve çoğu zaman yıkıcı cesaretinin resmidir; salt bir spor olmaktan çok hayatın kendisidir.”
Boksu bu şekilde varoluşsal bir dram olarak tasvir eden Oates aynı yazısında kendisi gibi boks üzerine yazan yazarları ele alarak, boks yapmak ile yazı yazmak arasında bir yakınlık arıyor. “Boksör bir yazarın, bir ressamın hiçbir zaman öğrenemeyeceği ölçüde kendi sınırlarını öğrenir. Çünkü biz yazarlar kendimizi tam tanımayız. Sürekli hareket halindeki değer ve yargılardan oluşan kaleydoskopik bir dünyada yaşarız. Hakiki aydınlanma bizi en yüce uğraşlarımıza mı yoksa sadece ulvi bir kendini kandırmaya mı yöneltiyor, bunu nihai bir kesinlikle söyleyemeyiz.”
Sanıyorum, onlarca yıldır “dünyayı kurtarma” çabasındaki bizler de Oates’in yazarlarıyla aynı kumaştanız. Normal dünyada yaşayan insanlar aslında her gün bir tür boks yapıyor. Var kalmak için didinmek zorundalar. Kendilerini tanıyorlar.
Aynı zamanda politikayı da tıpkı bir boks maçını seyreder gibi izliyorlar. Politika sahnesinde oynanan oyunun kendi yaşamsal var oluşlarının eksiksiz bir resmi olduğunun farkındalar.
Politikadan kendilerine yansıyanları bu varoluş metaforunun süzgecinden geçirerek alımlıyorlar. Orada, “sınıra dikilecek duvar”dan söz edildiğinde, duvarı; işlerini ellerinden alacak göçmenlere, çocuklarının ahlakını bozacak LGBT’lere, ailelerini borç batağında boğacak bankalara, pazarları basacak Çin mallarına, kısaca hayatlarını cehenneme çevirdiğini düşündüklere her şeyin karşısında yükselecek bir duvar olarak alıyorlar.
Burada, “beka sorunumuz”dan söz edildiğinde bunu kendilerinin ve ailelerinin bekası olarak anlıyorlar. İşsiz mi kalacağız, ay sonunu nasıl getireceğiz, gene mağdurlar arasına mı katılacağız, kazandıklarımızı elimizden mi alacaklar… Bu sözü, bireysel anılarının ve gelecek beklentilerinin prizmasından geçtiği şekliyle duyuyorlar.
Duyduklarının kalpleri ve akılları üzerindeki etkisi mesajın içerdiği enformasyonun içeriğinden çok inanmaya hazır ve istekli oldukları şeyden geliyor. İnanmaya hazır oldukları şeyleri de olgular değil dünyadaki yerlerine ilişkin sahip oldukları imge belirliyor.
The World Post editörü Nathan Gardels’in 9 Şubat günlü yazısında belirttiği gibi, trolları alt edecek olan şey üstün fikirler ve daha iyi enformasyon değil. Yalanlara karşı doğruları dikmek, kanıtları sıralamak yetmiyor. Belirleyici olacak mücadele metafor ve imgelerin—insanları birbirlerinden ayrılmaya itecek kadar etkili metaforlar karşısında onları bir araya gelmeye zorlayacak kadar çekici metafor ve imgelerin—gücüyle ilgili. Regis Debray’in bir keresinde dediği gibi, “Sosyal bağlar sembolleri değil, semboller sosyal bağları yaratır.”
Duygu ve hisleri dışarıda tutarak, onların duygulanımını anlamadan insanları anlayamayız. Duygular ise güçlerini yaşamsal var oluş sürecinden alır. İnsanlar boks maçlarını da duygularıyla seyrederler.
Üstelik günümüzde biyo-teknoloji ile bilişim teknolojisinin iç içe geçmesiyle, bizim hakkımızda muazzam miktarda veri toplayıp etkin şekilde işleyebiliyorlar. Bu analizlere dayanarak duygularımızı yönlendirmeye çalışıyorlar. Son yıllardaki “uydurma haber” furyası sırasında bunun basit bir örneğini gördük. Uydurma haberler her zaman vardı, ama bu sefer farklı olan hikâyeyi belli kişiler için, önyargılarını bildikleri belli insanlar için mikro düzeyde özel olarak biçimlendirebilir hale gelmiş olmaları.
Ayrıca insanlar özgür iradeye, duygularının mistik bir manevi kapasiteyi temsil ettiğine ne kadar çok inanıyorsa, onları maniple etmek o kadar kolaydır, çünkü duygularının belli bir dış sistem tarafından maniple edildiğini kesinlikle düşünmeyeceklerdir.
Kuşkusuz duvar, beka vb. sembolik ilişkilendirmeler insanları bir arada tutmada ancak gerçeklikten çok fazla uzaklaşmadıkça başarılı olabilirler. Sapma büyürse bağ kopar. O yüzden mantıklı politik tartışmayla yönetişim konusunda bir mutabakata varabilmek için son tahlilde her zaman güvenilir olgular ve tarafsız kurumlar şarttır. Nathan Gardels, “Cumhuriyetlerin intihardan kaçınmasının başka yolu yoktur” diyor.
Bize gelince; boks üzerine yazan bir başka düşünür olan İspanyol ressam Eduardo Arroya, “Boksör bir maçı kazanabileceğini ya da kaybedilebileceğini bilir” diyor. “Kaybetmeyi bilmenin içerdiği bu tevazu beni çok etkiler.” Hakiki aydınlanmanın bizi en yüce uğraşlarımıza götürebilmesi için, böyle mütevazı bir şekilde, kendimizi tanımanın–en azından bir boksör kadar–zamanı çoktan geldi geçiyor.