Geçen hafta Almanya’nın batı bölgelerinde büyük can kaybı ve yıkıma yol açan sel felaketinin ardından bölgeye giden başbakan Merkel, üzüntüsünü “Almancada bu gördüklerimizin korkunçluğunu ifade edebilecek bir kelime yok” sözleriyle ifade etti.
Gazeteler de bunun 1000 yıldır benzeri yaşanmamış bir sel felaketi olduğunu yazdılar. Ani bastıran sıcaklar buharlaşan su miktarını olağanüstü artırmış, ağırlaşan bulutların batıdan doğuya geçişi yavaşlamış, bu da bulutlarda biriken suyun birden belli bölgelere hızla boşalmasını getirmişti. Erken uyarı sistemleri bile yükselen su seviyelerinin hızına yetişememişti. Yollar, köprüler yıkılmış, köyler kasabalar altüst olmuştu. İnsan kaybı yüzlerle sayılıyordu.
Hızlanan iklim değişikliğinden kaynaklanan felaketler geçtiğimiz hafta sadece batı ve kuzey batı Avrupa’yı saran bu sellerle sınırlı kalmadı. Ta uzaklarda doğuda Çin’in Henan eyaleti de hava tahmincilerini bile yanıltan eşi görülmedik büyük sellere maruz kalırken, Sibirya’da da +40 dereceye çıkan sıcaklık orman yangınları tutuşturuyordu. Uzak batıda ise Amerika’nın batısında ve Kanada’da günler önce başlayan yangın fırtınaları hiç azalmadan devam ediyordu. O kadar ki geçtiğimiz Çarşamba günü bu yangınların dumanlarının sürüklediği hava kirliliği Doğu Sahilinde, New York ve Washington’da hissedilmeye başlıyor ve Grönland ve Avrupa’ya doğru Atlantik’e açılıyordu. Yangınların sadece Kanada kıyılarında 1 milyar deniz canlısının ölümüne neden olduğu söyleniyordu.
Atmosferin ısınması o boyutlara vardı ki son yedi yıl art arda kayıtlı tarihin en sıcak yılları oldu ve 2020 yılında sıcaklık tarihin rekorunu kırdı. Bilim insanı Claudia Tabeldina’nın bildirdiğine göre, ortalama küresel sıcaklık 1 derece arttığında, aşırı sıcaklıklar 2 derece artıyor. Belli bölgelerin üzerinde ısı kubbeleri oluşuyor ve uzun süre orada asılı kalıyor.
Sera gazları emisyonu sonucunda atmosferin ısınmaya devam etmesi bir yandan ani hava şokları, kuraklık, ısı dalgaları, sel, orman yangını, hortum ve fırtınalar gibi aşırı afetlere neden olurken, bir yandan da buzulların erimesini getirerek denizlerde ve sahillerde su seviyelerinin yükselmesine ve iklim değişikliğinin daha da hızlanmasına yol açıyor.
Ticari amaçlarla yaygınlaştırılan ormansızlaştırma karbon emisyonunu artıran bir başka faktör oluyor. O kadar ki muazzam bir yıkıma uğratılan Amazon bölgesi artık doğal bir orman gibi karbon absorbe etmekten çok karbon emisyonu yapıyor, atmosfere saldığı karbon özümsediği CO2 ’den yılda net 1 milyar ton daha fazla. Amazon gibi dünyanın ciğerleri kabul edilen Merkezi Afrika’daki durum da çok farklı değil.
Aynı hafta Türkiye’de ise Rize ve Artvin’de yeni büyük sel felaketleri yaşanırken, Tuz Gölü allı turnalara mezar oluyor ve Marmara Denizi’ndeki müsilaj da etkisini hâlâ sürdürüyordu.
Bu arada siyaset dilimize yeni bir kavram eklendi. Herkesin beraber hedef olduğu afetlerden çıkışta zenginler fakirlerden daha avantajlı olduğu için her seferinde sosyal eşitsizlikler daha da derinleşiyor. Bu nedenle çeşitli yerlerde yerel topluluklar buna izin vermeyecek bir “Afet Adaleti” talep etmeye başlıyor.
***
Başbakan Merkel “Almancada bu gördüklerimizin korkunçluğunu ifade edebilecek bir kelime yok” derken aslında farkında olmadan çok daha büyük bir hakikati dile getiriyordu. Bu sözlerin altında saklı olan hakikat, insanlığın elinde bu büyük felaketlerin önüne geçilmesini sağlayacak, bizi bu hızla yaklaşan cehennem ateşinden kurtaracak politikalar, önlemler, araçlar, çareler olmadığıydı. Ve asıl önemlisi bunların geliştirilmesinin önünü açacak güçte bir zihniyet, anlayış, yaklaşım olmadığıydı. Merkel’in “bulamadığı kelime” buydu.
Gerçekten de insanlığın elindeki bütün araçlar insan sorunlarını, insanların sorunlarını çözmek için geliştirilmiş araçlardan ibarettir. Doğanın sorunlarını ve asıl biz insanların doğanın başına açtığımız sorunları çözecek araçlar yok elimizde. Bu anlamda bütün uygulama ve çarelerimizin, teknoloji ve politikalarımız artık kullanıma uygun değil, zihniyetlerimiz de külliyen zaman aşımına uğramış durumda.
Yanlış yoldayız. Uzunca bir zamandır yanlış yoldayız.
Üretirken doğaya (ve diğer insanlara) zarar veriyoruz, tüketirken zarar veriyoruz. Dinlenirken, gezerken, yolculuk yaparken de, yönetirken de zarar veriyoruz. Hele savaşırken. Kurumlarımız yanlış; hava, su, deniz, toprak ve ormanlarımızı yanlış yönetiyoruz. Ekolojinin bir parçası olduğumuzu unutuyoruz. Sadece ekonominin bir parçası olduğumuz varsayımıyla her şeyi ekonomi açısından çerçevelendiriyoruz. Bizi her şeyin sadece değiş tokuş değeri ilgilendiriyor. Daha çok alıp daha az vermekten ibaret hale gelmiş bir yaşam felsefemiz var. Yanlış hayatlar yaşıyoruz. Yanlış yaşıyoruz.
Bugün toplumlara yön veren hemen her şey çağdışı kalıyor, anlamsızlaşıyor ve krizi—iklim, doğa ve toplum krizini—derinleştiriyor. Hep yapageldiğimiz şekilde yapmaya devam etmek sadece krizleri derinleştiriyor. Aslında tüm dünya bu anlamda bir suç mahalline (crime scene) dönüşmüş durumda.
Ne yazık ki şimdi dolar milyarderlerinin tutuştuğu yeni uzay yarışının hedefinde de asıl uzayı Amazonlaştırmak var.
Önceliklerimiz yanlış.
Çözmeye alıştığımız insan sorunlarının kökeninde binlerce yıldan beri anlaşmazlıklar, çıkar çelişkileri, kavgalar ve iktidar mücadeleleri yatıyor. Bunları çözme araçları da genellikle hegemonya kurmakla ve devletlerin zor kullanma tekeliyle bağlı olarak işlevsel olabilen araçlar.
İnsanlar arası ilişkilere bu yaklaşımımız doğayla olan ilişkilerimizi de belirlemiş, doğaya da bir mücadele, kavga, hegemonya nesnesi olarak, zor kullanarak hizmetimize koşabileceğimiz bir köle adayı olarak bakmışızdır.
Sonuç ortada, doğaya artan ölçüde zarar veriyoruz. Ne var ki biz havayı, suyu, iklimi bozdukça, onlar da bizi bozuyor. Doğa efendilik tanımıyor.
O yüzden şimdi geri çekilme zamanı.
Fetihçilikten, hükümranlık kurma çabalarından, savaş ve çatışmalardan geri durmak lazım. Kavgalar, didişmeler, kapışmalar arasına mesafe koymaya başlama, karşılıklı silahlanma yarışlarını durdurma zamanı. Çünkü doğanın sorunlarını, kandırmaca ve demagojilere başvurarak çözemeyiz. Selleri, afetleri, kuraklıkları ya da pandemileri zor kullanarak, şiddet uygulayarak önleyemeyiz, hiçbir milliyetçilik ya da popülizm, dini veya tarihi menkıbe onları etkileyemez.
* **
Evet, önceliklerimiz yanlış.
Ve önceliklerimizi insanlar olarak belirlemeye devam edersek bu çaresizlik devam edecek. Bizler “insan” değiliz, ya da “ekonominin bir parçası olarak insanlar” değiliz. İnsan olarak aktör değiliz, insan olarak rolümüz yok.
“İnsan olarak biz”in son kullanım tarihi geçti.
Bizler doğanın kopmaz parçalarıyız. Biz “doğanın parçası olarak insan”ız. O bütünsel aktörün (yani bizler, hayvanlar, virüs ve bakteriler, bitkiler, nehirler, rüzgârlar, denizler, toprak ve gökyüzünden ve diğerlerinden oluşan o bütünsel aktörün), o organik bütünün bir parçasıyız ve ancak bu konumdan dünyadaki rolümüzü oynayabiliriz. Doğanın, ekolojinin sadece bir parçasıyız. Bizim gerçek kimliğimiz bu.
Ve oyunun yazarı, müellifi de biz değiliz.
Ama bir farkımız var. Eğer bunu anlarsak, o zaman metnimizi doğru öğrenebiliriz ve belki de başrolü kapabiliriz.
Bir kere, evrende milyarlarca gezegen, galaksi, yıldız, gökcismi var, ama sadece bizim gezegenimizde hayat var. Aksini henüz görmedik, şimdiye kadar hiçbir işaret de almadık. Bizim gezegenimiz evrende biricik. Ve biz ondan ayrılamayız, onu bırakamayız. Bize hayat veren yeryüzüdür, yeryüzü bizim anamızdır. Kaderimiz bu gezegenin kaderine bağlıdır. Ve bu gezegenden ayrı, bağımsız var olamayacağımız gibi uzayda da onsuz herhangi bir şey yapamayız. Biz yeryüzüne yazılıyız. Biz “bu yer”liyiz. Hep öyle kalacağız.
Nasıl gezegenimiz diğer gezegenlerden farklıysa, bizler de insan canlısı olarak diğer canlılardan farklıyız. Düşünebiliyoruz, uzun süreli, soyutlama yaparak, hayal kurarak, teori geliştirerek öngörülerde bulunarak düşünebiliyoruz. Düşüncelerimizi paylaşabiliyor, müzakere edebiliyor ve ortak önceliklerimiz doğrultusunda birlikte karar alıp uygulayabiliyoruz.
Bu fark bize şimdiye kadar varsaya geldiğimiz gibi— ve o nedenle de hemen her şeyi yüzümüze gözümüze bulaştırdığımız—efendilik taslama, her şeyi kendimize göre biçimlendirme hakkını vermiyor.
Diğer canlılardan asıl farkımız, yaşam oyununun metnini, dolayısıyla rol dağılımını—tam olmasa bile— en iyi bizim anlama imkânımız olması, oyunun başarısından kendimizi sorumlu hissedebilmemiz ve rolümüzü bilinç ve sorumlulukla üstlenebilme yeteneğine sahip olmamız.
Yeniden anamızın kucağına dönmeyi başarabiliriz.
Tek tanrılı dinlerin anlatılarında Adem ile Havva’nın elmayı ağaçtan kopardıkları için cennetten kovulmalarıyla ilk kardeş kavgası olan, çiftçi Kabil’in çoban Habil’i öldürmesi arasında bir ilişki olsa gerektir. Çünkü insanın doğaya zarar vermesi ile diğer insanlara zarar vermesi (ezmesi, sömürmesi, araçsallaştırması, tahrip etmesi, öldürmesi…) hep birlikte, el ele gitmiştir. Bunlar bir madalyonun iki yüzüdür.
Madalyonun iki yüzü de bugün boydan boya kararmış durumda. Tedavülden kalkması şart. Diğer insanlara baskı ve zulüm uygularken, onları sömürürken, doğayı özgürlüğüne kavuşturamayız, diğer canlıların serpilip gelişmesine hizmet edemeyiz. Aynı şekilde doğayı köleleştirmeye çalışırken insanlar arası siyasal ve sosyal eşitliği sağlayamayız. İki zarara birden son vermeliyiz. İki zararı da faydaya dönüştürmeliyiz. Doğa ve insanlar birlikte tanımayı, kabul görmeyi ister.
Alışageldiğimiz tarz ve uygulamaları, zamanı geçmiş kurumlarımızı, önceliklerimizi bozmazsak, tasfiye etmezsek, terk etmezsek, yenilemezsek doğa bizi bozacak, tasfiye edecek, terk edecek – ama yenilemeyecek!
Doğa kendi sorunlarını kendisi çözer. Hep öyle yapmıştır. Bütün parçaları, bütün bileşenleri birbirlerini dikkate alarak duruma uyarlandıkça doğa kendini sürdürür. Artık sözü bütünsel aktörün kendisine bırakmalıyız, biz oradaki kendi rolümüzü öğrenmeye başlamalıyız. Biz değiş tokuşlar ekonomisinden özen gösterme, sakınma, bakım sağlama kültürüne geçmeliyiz. Bizim sorumluluğumuz kendimize olduğu kadar diğer akrabalarımıza, karındaşlarımıza da özen ve dikkat göstermek, bakımlarına yardımcı olmak, onlardan beslenirken onları beslemeye devam etmekten ibarettir. Partner olmaktır. Sürdürülebilir tek şey bu olabilir.
Tüm dünyada yıllardır canla başla çalışan sayısız “olay yeri inceleme (CSI) uzmanı” var. Neyi nasıl ve niçin yanlış yaptığımızı tek tek ortaya çıkardılar, çıkarıyorlar. Yapılması gerekenleri sayıp dökenler de çok. Bunları anlamlı politika önerilerine dönüştürenle de. Bizden— ve elbette öncelikle yönetim yetkisi olanlardan—tek beklenen alışageldiğimiz gibi yapmaya devam edemeyeceğimizi kabul edip, yeni bir yol arayışına başlamamız.
Böyle bir dönüm noktasının eşiğine geliyoruz.