Yegâne sürdürülebilir gelecek

En geç 2016’da Trump’ın ABD’ye başkan seçilmesinden ve Brexit oylamasından sonra dünya çapında, en azından batı dünyasında durumun kötüye doğru gittiği yolunda oldukça geniş bir kamuoyu görüşü belirginleşmeye başladı. Sağda bir tür yeni gericiliğin başını kaldırması, solda çaresizliğin getirdiği bir erime demokrasinin ve özgürlüğün ciddi tehdit altında olduğu görüşünü yaygınlaştırdı. Sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin tüm dünyada inanılmaz derece arttığının tartışılmaz şekilde gözler önüne serilmesi ve iklim felaketinin yıkıcı etkilerinin her gün dünyanın bir başka yerinde karşımıza çıkmasıyla hemen herkesin zihninde, “Böyle giderse bir geleceğimiz olacak mı?” sorusu belirmeye başladı.

***

Yaygın tarih anlayışı hep belli bir hedefe doğru giden, gitmesi gereken bir zamana inanmak şeklinde oldu. Dinler vaat edilmiş topraklardan, kıyamet gününden, selametten, cennet ve cehennemden bahsediyordu. Din adamları ve dini kurumlar insanlara zamanın kaçınılmaz sonunu anlatıyordu.

Daha sonra “bilimsel sosyalizm” tüm insanlığı nihai hedef olarak sosyalizm ve komünizmin beklediğini kanıtlamaya çalıştı. Sosyalizm ve komünizmin yarışı kaybettiğinin kesinleştiği 1989 sonrasında ise kapitalizm insanları son kalkışa geçildiğine, refahın önündeki her türlü engelin artık kalkacağına ve herkes için refahın egemen hale geleceğine ikna etmeye yöneldi: “Tarihin Sonu” gelmişti, insanlık baştan beri varmak isteği yere varmak üzereydi.

Kısaca, genel geçer tarih anlayışı, Platon’dan bu yana, amaca yönelik ilerleyen bir tarih yaşamakta olduğumuz şeklindeydi. Bu yaklaşımın savunucuları çoğu zaman hayattaki bazı gerçek olgulara işaret ederek görüşlerinin doğru olduğuna insanları inandırabiliyordu.  

Özellikle yirminci yüzyılda artan bir yoğunlukla bize hep “belli bir yere doğru gitmekte olduğumuz”, “ilerlediğimiz”, “geçmişi geride bırakmakta olduğumuz”, “nihayet kurtuluşa yaklaştığımız” anlatılıyordu. Yaşanan bütün büyük savaşlardan (iki dünya savaşı ve sonra da soğuk savaş) muzaffer çıkanlar hep yeni parlak bir geleceğin müjdecisi oluyordu.

Güçlerine güveniyorlardı. Onların güçlerine bakıldığında refahın önündeki engellerin kalkacağı yönündeki sözlerine inanmamak çok da kolay değildi. Üstüne üstlük gerçekte neler olup bittiği konusunda sistemik bir cehaletin sürmesi için ellerinde sayısız kamuoyunu etkileme aracı vardı. İnsanların derinlemesine düşünmesi, sağduyulu uyarılara kulak vermesi giderek zorlaşıyordu. Amaç yönelimli tarih fikrinin cazibesi gerçek duruma ve gerçek geçmişe ilişkin olgu ve bilgiler konusunda insanları körleştiriyordu.

Hayır, zamanın ilerleyişi hiç de öyle muhteşem bir gidişe tanıklık etmiyor, onun insanları belli bir nihai amaç doğrultusunda gerçekleştirmeye çağırdığı bir plan, insanı yükümlü kıldığı bir misyon yok. Ne doğa ne de toplum tarafında insanın tarihte peşine düştüğü hedefleri elde edebildiğinin bir kanıtı yok şeklindeki itirazları dile getiren sağduyulu sesler büyük ölçüde bastırılabiliyordu. Güçleri buna yetiyordu.

***

Güçleri en başta karbondan ve sömürgelerden geliyordu. Önce 19’uncu ve 20’inci yüzyılın ilk döneminde kömür ile sömürgecilik Avrupa’yı öne çıkarmış, sonra 20’inci yüzyılın ilerleyen dönemlerinde petrol ile yeni sömürgecilik ABD’yi egemen hale getirmişti. 1989 sonrasında bu güçler iyice dizginlerinden boşandı. Bu yeni sürece “küreselleşme“ dendi. Tarihin ilerletici aktörü olarak sermaye—karbon demokrasisi ve köleleştirici fosil uygarlığı — tüm dünyada sahne alma peşine düştü.

Böylece son kırk yıl yeryüzünde her şeyin parasallaştırılmaya, özel mülkiyet haline getirilmeye çalışıldığı bir dönem oldu. Sermaye ilişkileri, üretim ve dolaşım araçları ve hammaddelerden doğa-insan-toplumun neredeyse bütün tanımlayıcı unsurlarına kadar yaygınlaştırıldı. En sonunda akıl bile özel mülkiyet konusu olarak gösterilmeye başlandı. Her şey alınıp satılabilir, fiilen köleleştirilebilir ve mekanikleştirilebilir olmalıydı. Cin şişeden iyice çıkmıştı.

Ne var ki o küresel dünyayı yeryüzünün gerçeklikleri bekliyordu. Sermaye ilişkileri, yoğunlaştıkça nasıl ekonomide büyük krizlere yol açıyorsa, şimdi doğada, insan yaşamlarında ve toplumsal gelişmenin hemen her alanında büyük krizler yaratır hale geliyordu. Amaca yönelik olduğu söylenen tarihin gidişinden yoğun gıcırtı sesleri gelmeye başladı. Önce 9/11, ardından 2007-2008 krizi ve sonrasında hızla yoğunlaşan eşitsizlikler ve iklim felaketi — “varoluşsal“ ya da “gezegensel“ bir kriz söz konusuydu artık. Küresel dünya yeryüzüne toslamıştı.

“Nefes alamıyorum“ diye feryat ediyordu boğazına polis çöken Georg Flint. Ardı arkası kesilmeyen orman yangınları altında insanlar kadar hayvanlar da nefes alamıyordu. Çoğu yerde de hava kirliliği ile aşırı sıcaklıklar insanların nefesini kesiyor. Koronavirüs pandemisi ve devamında aşı kargaşasının, aşırı hava olaylarının ve savaşın belalarının iklim değişikliğinin belalarının birleştiği Afganistan trajedisinin iç içe geçmesiyle 2021 yazı bu kaygıları daha da yaygınlaştırdı. (Ama aynı zamanda neoliberal ideologlarla iklim inkârcılarının da nefesleri kesildi.)

20’inci yüzyılda iki dünya savaşından ve soğuk savaştan muzaffer çıkanlar, tarihin en ileri aktörlerinin kendileri olduğuna inananlar 21’inci yüzyılda kendi başlattıkları savaşlardan bile zaferle çıkamaz hale geldi. 

Bugün dünyada önemli bir çoğunluk “Artık ufkumuzu göremiyoruz“ diye düşünüyor.

***

“Büyük toslama“  insanların aslında başka bir tarihin işbaşında olduğunu düşünmeye başlamasını getirdi, getiriyor. İnsanlar geçmişe baktığında orada da şimdiye kadar tarih diye anlatılanlardan başka şeyler olduğunu görmeye, hem insanların hem doğanın durumunun ve yaşadıklarının çok farklı olmuş olabileceğini kavramaya başlıyor.

Uygarlık dediğimiz meğer aydınlanma, ilerleme, hümanizm, özgürlük ve eşitlik üzerinde yükselmiyormuş. Tam tersine son kırk yılda sermaye ilişkilerinin küreselleşmesi çabalarına aynı zamanda aydınlanma, ilerleme, hümanizm, özgürlük ve eşitliğe yönelik açık, kaba ya da incelikli saldırılar eşlik ediyor. Buna karşılık fosil yakıt ekonomileri, devletlerin baskı ve gözetim aygıtları, savaş mekanizmaları, özel mülkiyet hukuku ve beyin yıkama mekanizmaları sürekli daha da yaygınlaştırılıyor ve pekiştiriliyor.

Modern uygarlık bir yerde aklın üstünlüğü inancıyla başlamış ve gelişmişti ama bugün vardığımız yerde — yoksulluğun ve eşitsizliklerin, adaletsizliklerin, kırım ve yıkımların bu kadar arttığı, toprağın ve insanın doğurganlığının giderek sakatlandığı bir yerde gördüğümüz sadece akıldışının egemenliği.

“Büyük toslama“nın deşifre ettiği mesaj şu: Karbon ekonomileri ve gizli açık tüm kölecilik düzenlemeleri artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır.  

***

Şimdi bu çaresizlik karşısında telaşa kapılan bazıları (en zengin ve en gözü kara olanlar ne rastlantıdır ki) çareyi gezegenden ve insandan kaçış projelerinde görüyorlar. Kimisi Yeni Zelanda’da inşa ettikleri bunkerlere sığınma planları yaparken kimileri de uzayda yaşamak için koloniler kurmak, insanı yapay zekâ ve çeşitli protezlerle donatarak bir tür ölümsüzleştirmek, genlere müdahale ederek ısmarlama insan imal etmek gibi hayalleri tarihin kaçınılmaz yeni amacı olarak tanımlamaya başlıyor.

Becerebildikleri artık ancak, böyle alıcısı çok çok az olabilecek masallar çatmak. Kapitalist veya sosyalist, her biri kendi içinde muhteşem gelecek anlatıları barındıran o büyük modern toplum ütopyalarından sonra bunun ötesinde bir hayal gücü sergilenememesi, insanlığın zayıflığını değil, sadece eskiyi sürdürmenin imkânsızlığını gösteriyor. 

Ama bizim imkânlarımız var. Çaresiz değiliz. Peşine takılacağımız yeni masallar aramaya ihtiyacımız yok. Biz pekâlâ durumumuzu ve buraya nereden geldiğimizi yeniden düşünebiliriz. Var oluşumuzun belirleyici unsurlarını, gezegensel bir bakış açısıyla kavramaya çalışabiliriz. Ve diğer insanlara ve doğaya, yeryüzüne karşı düşmanca olmayan davranışlar geliştirmek üzere birbirimizle konuşmaya ve eşit insanlar olarak işbirliği yapmaya başlayabiliriz.

Kendi amaçlarını tarihin kaçınılmaz amacı gibi gösterenlerin anlattığı tarih, aktörlerin gerçekten yaşadığı tarih değildi. Ancak uygarlıkları sırtlarında taşıyan emekçilerinin, cephelerde savaşan askerlerin, çocukları yetiştiren kadınların, beyaz olmayan toplulukların, hele ilk insanların, hayvanların, börtü böceğin, nehirlerin ve denizlerin tarihinin bambaşka olduğunu gösteren çalışmalar son on yıllarda iyice çoğaldı. Görüyoruz ki onlar sadece huzur içinde yaşamak, doğanın ayrılmaz parçaları olarak var olabilmek istiyorlardı. Bütün mücadeleleri bunun içindi.

Yaşamak için devamlı yerin altını üstünü kazmak, yeryüzünü parça parça öğütmek, insanların göz nurunu, alın terini emmek, ciğerini kazımak zorunda değiliz. Yan yana, basitçe, birlikte var olabiliriz. Yüzbinlerce yıl öyle yaşadık, son birkaç bin yılın hikâyesi bize bütün bunları unutturamaz.

Şimdi düz bir geçmişten değil farklı farklı tarihlerden geldiğimizi daha iyi görebiliyoruz. Ve büyük bir olasılıkla yine farklı farklı tarihlere doğru gideceğiz.

Ne güzel, bizi tartışılmaz doğruların (dolayısıyla şiddet ve terörün) olmayacağı bir gelecek bekliyor demektir bu… Can sıkıntısının olmayacağı bir gelecek. O eğri büğrü yollarda başkalarıyla, diğer insanlar ve insan olmayan aktörlerle rezonans tutturmaya çalışıp duracağımız bir gelecek. Yegâne sürdürülebilir gelecek.  

Hedeflerimiz aslında bu kadar basit ve erişilebilir.

Yeter ki son mesajı doğru anlayalım.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s