Kendisiyle eşit ilişkiler içinde olduğunuz birisine ya da birilerine hükmetmezsiniz, onu köleniz olarak görmezsiniz, sömürmezsiniz ― sömüremezsiniz. Bunları yapabilmek için onu kendinizden daha önemsiz, değersiz, daha aşağı olarak görmeniz ve bunu ona da göstermeniz gerekir. İtiraz edecek olursa da fiziksel, sözel ya da psikolojik (veya medyatik) şiddet kullanarak ona haddini bildirirsiniz. İnsanlara hükmetmenin ve onları sömürmenin zorunlu önkoşullarıdır bunlar.
Diğer insanları kendinizden daha aşağı ve değersiz olarak algılayabilmek için dünyaya ikili bir çerçeveden bakıyor olmanız gerekir. İnsanları biz ve ötekiler, yönetenler ve yönetilenler, çalıştıranlar ve çalışanlar diye ikiye ayırarak görmek zorundasınızdır. Bunların eşit ve eşdeğer olamayacağını da baştan kabul etmeniz gerekir. O zaman bütün toplumu da bu önkabullere göre düzenlersiniz. Siz varsınızdır ve ötekiler ― düşmanlar veya uyruklarınız ya da köleleriniz ― vardır.
Ötekilerin buna layık olduklarını kanıtlamak için de onların derisinin rengini, cinsiyetini, cinsel tercihini, dinini ya da milletini, hatta yaşını bahane edersiniz, öyle oldukları için sizden daha akılsız, daha ahlaksız, daha güvenilmez ya da tembel olduklarını söylersiniz.
Siz kontrol öznesinizdir onlar kontrol nesneleri. O kadar ki gerek bilimleri gerekse araçlar, makineler, bilgisayarlar vb. gibi teknolojileri de öyle görürsünüz, onlara da hükmetmek istersiniz ve onlar sizin için sadece hükmetme araçlarıdır.
Doğaya da öyle bakarsınız. Kontrol edebileceğiniz, kaynaklarını istihraç edebileceğiniz bir nesnedir doğa. Siz efendisinizdir, rüzgârlara, akarsulara, yeryüzünün altına ve üstüne ve hayvanlara ve bitkilere hükmedersiniz, onlar kölenizdir.
Kendi bedeninizi de aynı şekilde düşünürsünüz. Akıl (beyin) efendidir, merkezdir, diğer kısımlarınız ise ona tabi organlardır.
Kısaca, kendi bedenimizi nasıl algılarsak, doğayı ve toplumu da öyle algılarız. Biyolojimizi düşünmemizle toplumumuzu düzenleme şeklimiz aynıdır, organlarımızın fonksiyonlarını nasıl algılıyorsak toplumsal kurumları ve fonksiyonları öyle düzenler ve doğayı da öyle düzenlemeye çalışırız. Buna göre her şey ikilidir, ak ve kara gibi ikili karşıtlıklardan oluşur. Her zaman efendiler ve köleler vardır, merkez ve çevresi vardır, içeridekiler ve dışarıdakiler olur. Tarih de bunlar arasındaki sınırların bir bir tarafa, bir öbür tarafa az ya da çok yer değiştirmesinden ibaret olur.
***
Koronovirüs aslında bu tür bakış açılarıyla kurageldiğimiz toplumsal, ekonomik ve siyasi sistemlerin, kurumların ne kadar kırılgan, dayanıksız, eften püften olduğunu çabucak gözler önüne seriverdi. En güçlü devlet adamlarının, en varlıklı sermaye sahiplerinin nasıl çaresiz kaldığını, dev ilaç şirketlerinin aşı üretim ve sevkiyatını nasıl yüzlerine gözlerine bulaştırdığını gördük. Eşitsizlikleri yaratan ve artıran mekanizmalardan başka tıkır tıkır işleyen hiçbir şey yoktu.
Kendimize, topluma ve doğaya böyle ikili karşıtlıklar olarak bakma ve algılamanın yanlış olduğunu söyleyenler çok uzun zamandır var. İlişkilerin eşit ilişkiler olarak düzenlenmesi gerektiğinde ısrar eden ve her yolla bunun için mücadele edenler hep oldu ve oluyor.
Şimdi koronavirüsün vaka ve ölüm istatistikleriyle anlattığı, bütün hoparlörlerden, ekranlardan haykırdığı aynı hikâyedir: “Benim dünyada dolaşmamı bile düzenleyemiyorsun, koskoca yeryüzünü nasıl düzenlersin? Senin koyduğun bütün o sınırlar hiçbir işe yaramıyorsa, kendini her şeyin merkezi sansan ne olur?”
Pandemi hayatı durdurmuş değil. Yiyip içmeye, nefes almaya, gülüp ağlamaya, sevişmeye ve takışmaya, doğmaya ve ölmeye devam ediyoruz. Ama hiçbirimiz ― ister zengin ister yoksul olalım, kendimizi ister efendi ister köle olarak görelim ― buna yaşamak diyemiyoruz.
Çünkü, bütün bunlara anlam veren, değer katan şey eksik. Sosyal etkileşim olağanüstü kısıtlandı. Sosyal ilişkiler tıkandı. İşbirliği zorlaştı. Sosyal etkileşim insanlar arasında pozitif geribildirimi mümkün kılar, dolayısıyla ilişkinin sonucunun parçaların toplamından daha fazla olmasına imkân verir. Onun için insanlar işbirliği yaparlar, o sayede artı değer yaratırlar. Fabrikayı fabrika yapan makineler, aletler, hammaddeler değil insanlar arasındaki üretim ilişkileridir. Şehirleri şehir yapan yollar, binalar, su ve elektrik tesisatları değil orada yaşayanlar arasındaki sosyal etkileşimdir. Kamusal alanı kamusal, politik yapan da insanlar arası etkileşim olanaklarıdır. İşte pandemi sosyal etkileşimin, işbirliğinin imkânlarını kısıtlayarak ekonominin, kültürün, insan toplumunun can suyunu almış oldu.
Dijital araçlarla yaptığımız haberleşme, konuşma, sosyal medyadaki paylaşımlarımız ya da uzaktan çalışma dedikleri şey ise sosyal etkileşim değil olsa olsa “sosyalimsi” bir etkileşimdir, güdüktür, can suyu sağlamaz. Pandemi sonrasında da bu şekilde görüşmeye ya da çalışmaya, kısaca dijital sosyalleşmeye devam etmeyi kim ister?
Aslında şimdi hepimiz “dışarıdayız”, bu sefer virüs bizi dışladı, gerçek yaşamın dışına itti. Meğerse bireysel olarak yaşanmıyormuş.
***
Pandemi sona erince normale, eski duruma geri dönebileceğimizi düşünüyoruz belki. Ama bugünkü felaketi hazırlayan o eski normal değil miydi?
Sosyal politik kuvvetlerin yer alımı pandemi sonrasında nasıl bir yeni normale yol açacak bilemeyiz. Ama yeni normal ancak yeni bir sosyal olursa yaşanabilir olur. Yeni sosyal yeni tür ilişkilerin öne çıkması demektir.
Bir şeyleri değiştirmek, yeni bir tarzda yapmak istiyorsak önce kendimize ve aklımıza, topluma, yeryüzüne ve kendimizin oradaki yerine yeni bir tarzda bakmamız gerekiyor. Ne beynimiz bilgi işlemcidir ne de bedenlerimiz performans makinesi. Biz ne avlanacak müşteriler, ne izlenecek düşmanlar, ne de gözlem ve denetim altında tutulacak uyruklarız. Aklımızın bedenimizden, bireyin topluluktan, insanın doğadan ayrı, onun dışında, ondan bağımsız bir şey olmadığını görürsek, beynin bedenin, bireyin topluluğun, insanın da doğanın merkezi, komutanı, hükümdarı olmadığını kabul edersek o zaman bütün ilişkileri ve aynı şekilde kurum ve fonksiyonları buna göre eşit haklılık temelinde düzenleyebiliriz. Bilim ve teknolojiyi kontrol ve hükmetme aracı olarak değil insanların, diğer canlıların ve doğanın yan yana, birlikte, sembiyoz ve uyum içinde var olmasının aracı olarak görmeye başlayabiliriz.
Yeni sosyal, eşit insanlar topluluğudur.
İnsanlar farklı farklıdır. Evrende birbirinin tıpatıp aynısı olan hiçbir iki ―ya da daha fazla ― şey yoktur. Çeşitlilik, farklılık, benzersizlik, biriciklik varoluşun doğal tarzıdır. Aynı zamanda evrende her şey diğer bütün her şeyle bir şekilde bağlantılıdır. Evren çeşitliliğin bağlantılı birlikteliği olarak da tarif edilebilir.
O yüzden zekâmızın, öğrenmemizin, duygusal tepkilerimizin, hatta hafızamızın birçok yanı organizmamızın dinamik olarak bağlı olduğu dış çevrenin unsurlarıyla birlikte işler. Tek başımıza ne aklımız ne duygularımız vardır ne de faaliyet gösterebiliriz. İnsan doğal ve sosyal çevresiyle birlikte, onlarla etkileşim içinde düşünebilir ve duygulanabilir.
Ne var ki farklılıklar kabul görmüyorsa, eşit haklılık söz konusu olmaz, iletişim “göz hizasından” yürütülemez. İletişim, koşulları dayatma gücüne sahip tarafın çıkar ve istekleri doğrultusunda yürür, hiyerarşiktir. Çıkar çelişki ve çatışmaları parazite yol açar, taraflar birbirine kulak veremez. Düşünce ve duygular çarpılır, işbirliği sakatlanır.
Aynı şekilde bizim kim olduğumuz dışımıza doğru olanlarla ilişkilerimizle ilgilidir, diğer kişilere, mekânlara, eşyalara olan yaklaşımımızla, dışımızdaki dünyaya gösterdiğimiz tepkilerle bağlıdır. O nedenle soru her zaman, “yerel düzeyden küresel düzeye kadar insanlar arasındaki, insanların dış dünyayla, insan olmayan hayvanlarla ve cansız maddeyle ilişkileri nasıl olmalı” sorusudur.
Eşitlik demek eşit ilişkiler içinde olmak demektir. Eşit ilişki demek ilişkinin sonucu olarak her iki tarafın da sağlığının (fiziksel, ruhsal, varoluşsal sağlığının) bozulmadığı, tersine iyileştiği ilişkiler demektir. Yani kimsenin dışarıda kalmadığı, herkesin içeride olduğu, kutuplaştırıcı karşıtlıkların, ikili bakış çerçevelerinin terk edildiği, sınırların geçirgenleştiği koşullar demektir.
Yeni normal yaşanabilir bir normal ancak böyle olur.
***
Bugün ekolojide, ekonomide, sosyal yaşamda, politikada olduğu kadar manevi yaşamda da yaşanan bütün krizlerin anası “birlikte yapma”nın sakatlanması, engellenmesi, böylece bütünsel hareketin bozulmasıdır.
O yüzden piyasacılığın gözde kavramı birey, devletçiliğin gözde kavramı cemaat ya da toplulukken, yeni toplumu belirleyecek kavram ancak “birlikte yapmak” kavramı olabilir. Günümüzde ayrı ayrı üretici kuvvetlerin ve üretim araçlarının belirleyici bir önemi kalmadı, her bakımdan belirleyici unsur olarak sosyal etkileşim ve onun niteliği öne çıkıyor. Eşit haklı iletişime dayalı işbirliği ise ne ölçülebilir, tartılabilir ya da fiyatlandırılabilir olan ne de mülkiyet nesnesi yapılabilir olan (dolayısıyla köleleştirilebilir olmak bir yana alışılmış şekillerde yönetilebilir bile olmayan) yepyeni bir niteliktir.
Uygarlığın ölçüsü, aralarındaki bütün farklılık ve çelişkilere rağmen çeşitliliğin işbirliği ve barış içinde bir arada, yan yana var olabilme derecesidir. Toplumsal ilerlemenin sırrı da sosyal etkileşim ve işbirliğinde yatar. Gericilik ise her zaman insan varoluşunun yok edilemez çoğulluğuna, çeşitliliğin özgürlüğüne karşı savaş yürütür.
Bireyin gerçekten birey ve topluluğun da bireylerinin toplamından daha fazla bir şey olabilmesi için birlikte yapmayı ― birlikte yaşamak, birlikte çalışmak, birlikte düşünmek, birlikte tartışmak, birlikte karar almak, birlikte yönetmeyi —savunmak ve desteklemek gerekiyor.