“Eller günahkâr, diller günahkâr.
Bir çağ yangını bu, bütün dünya günahkâr.
Masum değiliz hiçbirimiz.”
1989 ilk başta insanlık tarihinde yeni bir dönüm noktası olarak karşılandı. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sonuçlanan Doğu Avrupa’daki gelişmeler, bir “liberalizm ve demokrasi devrimi” olarak adlandırıldı. Hatta kimileri bunu, aceleyle “insanlık tarihinin sonu” olarak değerlendirdi; insanlığın önünde artık liberal devletten ve serbest piyasadan öte gidecek köy kalmamıştı. Solun ve sosyalizmin artıklarının ortadan kalkmasıyla, her şey yavaş da olsa yoluna girecekti.
Oysa, sosyalizm sadece kapitalizmin sorunlarına alternatif bir çözüm projesiydi. Çözümün iflas etmesi, söz konusu sorunların ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Sonradan görüldü ki, 1989 aynı zamanda Batı ekonomilerinin içine girdiği yeni ve uzun bir resesyon döneminin başlangıç yılıydı. Bu resesyonun 1995’de sona ereceğini söyleyenler var, ama herkes liberal ekonomilerde işsizliğin artık yapısallaştığında hem fikir görünüyor.
1988’de kimse, sosyalizmin bir-iki yıl içinde kesin iflas bayrağını çekeceğini beklemiyordu. 1989’da da kimse bir-iki yıl içinde Yugoslavya’nın bir kan gölüne döneceğini, Kafkaslar’da halkların birbirini boğazlayacağını, Rusya’da Jirinovski adlı bir demagogun bu kadar oy alacağını beklemiyordu. Sosyalistler kapitalizme alternatif yeni ve farklı sosyalizm projeleri arar, liberaller böbürlenerek ortada dolaşırken, barbarlık ve yabancı düşmanlığı yeniden hortlayıvermişti.
Öyle ki, bu tür gelişmeleri, 21. yüzyılın bir uygarlıklar çatışması yüzyılı olacağı şeklindeki tezinin doğrulanması olarak yorumlayan Samuel Huntington, sonunda, komünizme karşı zaferi liberal demokrasinin değil, milliyetçiliğin ve etnik farklılığın kazandığını yazdı. “Bir ideoloji olarak liberalizm de Marksizm-Leninizm’in ardından domino taşları gibi düşecektir… ABD’de dahi demokrasinin geleceği tehlikededir” şeklinde bir sonuca vardı.
Bu saptamada hakikat payı yok değil. Liberalizmle sosyalizmin kaderinin ortak olduğunu görebilmek için, onların tarihlerinin de ortak olduğunu, bir madalyonun, Batı sanayi uygarlığının ve modernizmin, farklı iki yüzünü temsil ettiklerini hatırlamak gerekiyor. İnsanlığın gelişmesi, şimdi bu uygarlık aşamasını geride bıraktığı için, bu somut tarihsel dönemin ürünleri olan, onun tarafından yoğrulmuş ve biçimlendirilmiş politik teori ve pratikler de, ne yeni sorun ve gelişmeleri aydınlatabiliyor, ne de yeni eğilimlere uygun vizyonlar ve çözüm önerileri ortaya koyabiliyorlar.
Eriyip giden, tükenen modernizmin yerine post-modern (modernlik sonrası) politikalar konamadığı için de, ortaya çıkan boşluğu pre-modern (modernlik öncesi) ideoloji ve uygulamalar doldurmaya çalışıyor.
Kuşkusuz, kimse dinozorlaşmak istemiyor. Değişim herkesi etkiliyor. Herkes değişimi kucaklamak istiyor. Ama düşünce ve davranışlardaki atalet o kadar etkili ki, eskinin kalıplarının dışına bir türlü çıkılamıyor. Liberal ve sosyalist politikacılar ve devlet adamları hâlâ devasa beton-çelik-kömür yığınları, dev fabrikalar, büyük ordular, homojen sınıflar, birleşmiş uluslar, ulus-devletler, monolitik partiler, merkeziyetçi ve hiyerarşik örgütler, tekeller ve tröstler uygarlığının matrisleriyle hareket etmekten kurtulamıyorlar. Oysa bunlar artık erime sürecine girmiş olgulardır.
Tarih, ne düz bir ilerleme çizgisine sahiptir, ne de her yükselişi bir çöküşün izlediği çevrimsel bir gidişe. Tarih, insanlar onu nasıl yaparsa, öyle gelişiyor. Şimdi ise, tarihin gidişini insan iradesinden çok değişimin artan hızı belirliyor. İnsanlık, otomatik pilota bağlanmış bir uçak gibi belirsiz bir geleceğe sürükleniyor. Açık ki, tarihi yeni bir tarzda yapmaya başlamamız gereken kritik bir dönemdeyiz. Dünya ve ülke politikasının asıl sorunu budur.
Liberalizm ve sosyalizm, geçmişte özgürlük ve eşitlik gibi insanlığın iki büyük hasletine seslenerek onun en iyi yanlarını harekete geçirdiler. Dünya çapında etkileri oldu. Bütün bir modernizm çağının bize bıraktığı, elimizdeki olumlu hemen her şey, bu ikisinin ve karşılıklı etkileşiminin ürünüdür. Ama iki şeyi başaramadılar: Devletlerin yalnızlığına son veremediler ve Batılı olmayan uygarlıklarla tam bir uyum sağlayamadılar.
Dün, bu belki fazla bir sorun değildi. Ama şimdi öyle mi? Ekonominin ve iletişimin ışık hızıyla globalleştiği ve hiçbir ayrım yapmadan bütün insanlığı yok etmekle tehdit eden ekolojik ve nükleer tehlikelerin arttığı koşullarda, devletlerin yalnızlığı ve kültürlerin kopuşması tam bir çağ yangınını davet ediyor.
Demek ki, şimdi özgürlük ve eşitlik kavramları yeniden tanımlanmak ve kültürler, devletler, sınıflar, gruplar, hatta tek tek bireyler arasındaki karşılıklı bağımlılık olgusu üzerinde yükselmek durumunda. “Biz ve ötekiler” ayrımını önemsizleştiren; bir yandan kendi kültürünün, etniğinin, politik organizasyonunun, sınıfının, grubunun ve kendi bireyselliğinin en derin potansiyellerine uzanırken, bir yandan da bütün bunları aşan, bunların üstünde bir değer taşıyan, insanlığın ve doğanın ortak yazgısının sorumluluğuna sahip çıkan bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Global olarak geçerli bir değerler kümesine yönelmek gerekiyor. Geçmişin düşman kardeşleri, liberalizm ve sosyalizm, yeni bir politik teori ve pratiğin dayanacağı zengin bir deneyim oluşturuyor. Ama yeni dönemde bunlar ancak yeni bir bağlam içine oturtulabilirse, değerlerini bize sunabilirler.
Böylesi yeni bir yaklaşımı, ne sağ-merkez-sol gibi doğrusal bir politik yelpazeye, ne de liberalizm- muhafazakârlık-sosyalizm gibi üçgensel bir politik yelpazeye sığdırabiliriz. Yeni politik yelpaze, herhalde çok boyutlu, çok paradigmalı bir yelpaze olacak. Emek, sermaye ve bilginin çıkarları, ulus-devletle globalleşmenin ilişki ve çelişkileri, ulusal zenginlikle global yoksulluğun dengelenmesi, insan toplumuyla doğanın çelişki ve uyumu, erkek ve kadın rollerinin karşılıklı ilişkisi ve bireyin otantikliği gibi bir dizi koordinata göre yön saptamak gerekecek. Ve tarihte ilk kez politika ile ahlakın uyumu ciddi şekilde sorgulanmaya başlayacak.
Adını nasıl koyarsanız koyun, denememiz gereken, insanlığın iyi yanlarıyla rezonans kurabilecek böylesi yeni bir yaklaşımdır.
Bunu denersek, belki çağ yangınını bir çağ baharına dönüştürebiliriz. Denemezsek, bizi bekleyen, kesinlikle barbarlıktır. İnsanlık bunu gerçekleştirebilecek kadar kötü yanı yeterince biriktirmiş görünüyor.
Pazar Postası, 22 Aralık 1994